Canım çok sıkkın… Kimseyi kaldırma kuvveti olmayan denizime çekmeye hakkım yok. Nefes alamıyorum ve, kimin aklındayım şu an bilmiyorum. Galiba kaybettim. Yaşamayı beceremedim.
Kalabalık seslerin yutucu girdaplarında kaybolan zihnim,bir gece önceki sabahlama gayreti, ve başarısının ağırlığı altında ezilirken, ben dersin başlamasını – daha doğrusu dersi beraber aldığım arkadaşı – sigarasızlıkla bekliyorum.
Uykudan kurtulmak için acımasız ve acı kahvelere sığınmak, ne kadar doğrudur veya sabah programlarının sağlık köşesinde konuşan doktor, bunu ne kadar tasvip eder bilmiyorum ama kahvenin bana depremden koruyucu, yıkılmaktan sökücü çelik halatlar edasıyla yaklaştığı kesin. Kahve alacaktım ama hem sigarasız yavan ve yalnız kalacağından, hem de kantin önündeki şuursuz kuyruğun tükeneceğini tahmin edemediğimden vazgeçtim. Onlara “işim önemli” demek için önemli bir işim de, sebebim de yoktu ki, önlerine geçmek için onlara küçüklük taslayayım?
Üstten saymaya başladığımda, bana doğru sayıları artan ve giderek alçalan basamakların ileride oluşturduğu ufuk çizgisinde seni veya arkadaşı arıyorum. Senin gelmen mümkün olmadığından arkadaşı tercih ediyorum. Fakat sonuç: O da olumsuz ve bu “olumsuz” kelimesini söylerken kendimi “Uzay yolu” dizisinde yürüyen teneke DATA gibi hissediyorum.
Belki anlamsız bir his ama, hiç olmazsa hissedebilmenin güzel olduğunu dşünüyor ve şükrediyorum. Bir yandan henüz dün çıktısını aldığım romanımı neden kendimden yoksun bırakıp onu benle donatamadığımı yada yıkayamadığımı sorguluyorum. Pişman oluyorum.
Aklıma başlangıcını yaptığım başlangıcın başı geliyor. Sonbahardı galiba ve en o sonbahara ölü sonbahar demiştim. Deniz ölüydü, içim ölüydü, suçum ölüydü, cezam da ölüydü. Ayrılıkların şairi de değildim artık, ne de Eros’un namlusuz bir yaydan fırlattığı ok sonucunda aşkını kağıtlara dökmeye başlayan bir Mecnun türevi. Bir kente alışmanın mutluluğu içerisinde sırtüstü yüz metre yüzerken, bir şehirde de yitip gitmenin karanlığına tahammül ediyordum. Daha önce çok kentten saygısızca çekip gittiğim için, tahammül sınırlarım genişti ve bu sınır konusunda Yunanistanla bir sorunum yoktu. Yalnız ilk defa bir kente alışmak ve alışmanın getirdiği mutluluk meydana gelince, mutluluktan mutluluğum kadar korkmaya başlamıştım. Çoğu zaman ilhamın davetsiz gelip de bir çay içip bir şiir yazdırmadan gittiğinin olmaması da bu sebeptendi. Kendisi, Barış Manço’nun şarkısındaki “Hala kızı Zehra” kadar arsız ve bir o kadar da zararsız ve kararsızdı.
Güneş ışıklarının vazgeçtiği vakitti ve az vakit kaldığından ben etrafımı koklamaya başlamıştım. Burnumun Dünya’nın en büyük bayrağını taşıyacak sağlamlıktaki kalın direği etrafımda meydana gelen, çirkin bir kaç romandan çıkma olayı rahatlıkla aşabiliyordu. Sinirlenmiyordum, hâlâ da sinirlenmiyorum. O zaman da düşünüyordum, şimdi de düşnüyorum. Değişiyor muyum? Soruyorum ama cevabını bulmak tereyağdan kıl çekmek kadar kolay değil, aksine erimiş tereyağ içinde kaybolan aynı renkte ve çok kısa bir tüyü bulmak kadar zordu. Ben değişirken, değişip değişmediğim hakkındaki düşüncelerim de değişmeyecek miydi?
Sonra bir arayışa girdim. Bazen ben ve bizim mahalledeki çocuklar, mahallenin başka sokaklarına ama bizim için Dünya’nın başka diyarlarına giderdik. O zaman cep telefonu on yaşındaki çocuğu bırakın, Dünya’da adı yok. Akşam ezanı anne-çocuk haberleşme hattı olduğundan ezan okununca çocuğu eve gelmeyen bir takım anneler, belki de bir dernek,oda vs. kursalar bu işlerin daha rahat olabileceğini düşünmeden ya da kestiremeden arayışa girerlerdi. En sevdiklerini ararlardı. Aynı benim arayışım gibi, onların da arayışı en sevdiklerineydi. Benim onlardan farkım, arayışla beraber bir özlem duymamdı. Ya da, aradığım şahıs elimde büyümemişti ki!
Ona, bulamasam da şöyle söyledim. “Kimsin sen? Bir ceset? Ya da fesat? Belki de yasak, bir tutsak, bir ceza , sonsuz feza ya da elveda. Bir insan, ya yoksan, ya da varsan, varırsan, gidersen, gelirsen ve kalırsan, ne yapsan, o bir sen, seven, ki sevilen, yitirilen, aranan, taranan, delirilen, zorlanan,zor olan, karabasan… Çık ortaya” Ama ne seveni geldi, ne sevileni. Arıyor muyum hala diye soruyorum kendimi ama aramaktan yorulmuş halimden ve hala arıyor olmakla meşgul olduğumdan dolayı kendi sorumu kendim için açıklayamıyor, kendimi dibine ışık vermeyen mum gibi aydınlatamıyordum.
Hala da yapamıyorum.
Şimdi ben kendime soruyorum bir başkası sormadan. Bunları neden anlatıyorum? Şimdi de cevaplıyorum ki başkası zaten cevaplayamaz. Bilmiyorum. Belki de sadece içimi döküyorum. Belki de sadece, arayışımı sonlandırmak için, aradığım şahsın bunu okumasını bekliyorum. Elden ele dolaşacak bir şey de değil ama, belki bir başka arayanla bir başka aranan arasında, Arnavutköye yapılması düşünülen üçüncü köprü gibi, ya da Organik Kimya’da gördüğümüz o Karbon, Hidrojen, Azot arasındaki Hidrojen bağları gibi bir bağlantı kurar. Kimbilir?
Bir yanıt yazın