Gayrettepe’de dükkânım olduğu zamanlar gidip gelmek kolay olsun diye Beşiktaş’ın Dikilitaş Mahallesi’nde bir eve taşınmıştım. Altı dairelik bir binaydı. Giriş katındaki iki dairenin birinde ben, diğerinde de Ayla yaşardı.
Ayla güzelce bir kadındı, yalnızdı. Orta boyluydu; ne zayıf, ne de şişman… Etine dolgun desem değildi, ama çelimsiz de değildi. Öyle her şeyin ve her ölçünün arasında bir yol tutmuş ve onu da korumaya çalışıyor gibiydi. Beyaz tenliydi ve karaydı kaşı gözü. Bazı sabahlar gözlerinin altı şaşılacak derecede şişerdi ve hasta olduğunu sanırdım. Böyle olduğu zamanlar başı öne eğik yürürdü ama aynı akşam kendisini tekrar gördüysem o şişliklerden eser kalmadığına şahit olurdum.
Ayla’nın huyu da güzeldi. Taşınmamla samimiyetle tanışmamız arasında kalan zaman aralığında kapı ağzında karşılaştığımız zamanlar olurdu. Nezaketen selam verirdim ve o da mutlaka alır, hal hatır ederdi. Güzel bir yemek yaptığı zaman kokusu benim daireme kadar geldi ise, sanki canımın çektiğini bilmişçesine elinde bir tabakla kapımı çalar ve koklayan burnun hakkını da verirdi. Yardımsever olduğunu da üst kattaki Hanife Teyze’nin her işine koşturuşundan bilirdim. Akıllı bir kadın olduğunu da biliyordum, zira apartman yöneticisi başkası olmasına karşın apartmanın genelini ilgilendiren konulara o müdahale eder, kapıcıdan duyduğuma göre alınacak bir şey olduğu zaman bizzat kendisi ilgilenir, ne gerekiyorsa bulurdu.
Yalnız… Gece olduğu zaman bir haller olurdu Ayla’ya. Akşam ile yatsı arasındaki bir zaman balkona çıkar, “Aşkııııım, aşkııııım” diye uzun uzun bağırır. Duysanız, sanki delirmiş gibi.
Ben gündüzleri hiçbir iş tutamayan, ama akşam oldu mu kısa sürede imkânsızları başaranlardanım. Gündüz hiçbir şeye aklım ermez ve hatta sabahları arabayı bile bir garip kullanırım, ama gece verin bana arabayı sabaha kadar sizi Dünya’nın bir ucuna bir kez dahi esnemeden götüreyim. Kısacası hava karardı mı artık benim düşünme, çalışma saatimdir. Dükkânda hesapları kontrol ettikten sonra eve gelir, her ne işim varsa, her ne yazıp çizeceksem o saat o sandalyeye oturur, uyuyana dek de işimi bitiririm. Lakin bu eve taşındığım ilk zamanlarda komşumun şevkle çalıştığım o saatlerde balkonuna çıkıp bağırması benim dikkatimi dağıtmaya başladı.
İlk haftalarda durumu garipsiyor, iyi kötü yine de işime gücüme devam ediyordum. Dikkatim dağılıyordu ama kadınla da bir samimiyetim olmadığından bu duruma ya da olası nedenlerine fazla takılmıyor, “Allah kurtarsın!” deyip geçiyordum. “Herhalde bu kadın aşık olmalı… Yahut kocası, sevgilisi falan öldü. Kadın hala kabullenemiyor. Ya da felaket bir kara sevdanın pençesine düşmüş ve ayıkken sayıklıyor” diye kendimce de tahminler yürütüyordum, yoksa kim bağırır balkona çıkıp da böyle feryat figân, hem de her akşam?
Aradan zaman geçip de kadınla muhabbetim artınca, oldukça normal görünen, gayet de akıllı ve iyiliksever olan kadının derdinin ne olduğunu merak etmeye başladım. Hele ki o bana yemek getirdikçe, hal hatır ettikçe, bir ihtiyacım olup olmadığını sordukça bende yersiz bir ahde vefa hissi aldı yürüdü. Kadın elinden geldiğince benle ilgilenir, her yemek yaptığında beni de düşünürken, ben onun meçhul derdine kulaklarımı tıkıyor ve hiç aldırmıyormuşum gibiydi sanki. Üstelik bir de işime gücüme engel olduğu için de içten içe kızıyordum ona. Hâlbuki kadın ne bilsin, o iki dakikada benim tüm dikkatimi dağıtmayı başarıyor ve bana engel oluyor? İtiraf da edeyim, bencil bir merakım vardı bu konuda. Bu nidalar, bu feryatlar koca bir bilmeceye dönüşüyor, ben sebebini anlamadıkça büyüyen gizem beni yavaş yavaş içine çekiyordu ve nihayet kendimi bu konuyu çözmekle mükellef bir dedektif gibi hissediyordum.
Taşındıktan iki ay kadar sonra idi sanırım, benim de delilik damarım tuttu, elime kağıdı kalemi alıp not tutmaya başladım: Saat kaçta çıktı balkona, kaç kez “aşkım” diye bağırdı, iki bağırış arasında ne kadar süre geçti, “aşkım gel artık?” diye devam etti mi etmedi mi, o gece bu bağırma işi kaç posta gerçekleşti, hepsini not ediyor, hesap kitap yapıyor, istatistikler, grafikler çıkarıyordum. Herhalde benim şüpheci beynim bundan bir düzen çıkaracağını ve bu düzen vasıtasıyla bu gizemi çözeceğini sanıyordu ki ben de matematiğin bana bir şeyler vereceğinden ümitlenerek aklımın bu talimatına uyuyordum. Bir yandan da kendi kendime “ne uğraşıyorsun yahu, git de sor, öğren, ne var bunda?” diyordum ama onun kapısını böyle bir şey için çalmak bana abes geliyordu. Her şeyden önce yalnız yaşayan bir kadındı. Ayrıca daha sonradan öğrendiğime göre genç yaşında dul kalmıştı. Böyle yalnız ve bekâr bir adam olarak gidip nasıl çalardım kapısını? Beni bir çay içmeye, kahve içmeye davet etseydi neyse, ben de böylece muhabbet esnasında belki cesaret edip sorabilirdim ama öyle bir davet de hiç gelmemişti.
Aradan bir ay daha geçti. Elimde -dışarıda geçirdiğim iki akşamı saymazsak- bir ayın kaydı vardı. Kâğıda baktığımda hummalı bir bilimsel araştırmanın verilerine bakıyor gibi hissediyor ve istikrarlı bir biçimde araştırmama devam etmiş olmamdan gururlanıyordum. Alt alta gelen veriler tam yirmi sekiz gün ediyordu. Tuttuğum notlara göre “Aşkım” nidaları mutlaka hava kararınca, muhtemelen bir akşam yemeği sonrasında başlıyor gibi görünüyordu ama sayıları arasında bir düzen yoktu. Kimi zaman sadece iki kere çığrınmış, kimi zaman sekiz. Kimi zaman bu ayin bir dakika sürmüş, kimi zaman aralıklarla on beş dakikayı bulmuş. Bazen “Nerdesin?” diye feryâd etmiş, bazen “Gel artık!” diye yalvarmış. Bazense sadece “Aşkım” deyip geçmiş. Allem ettim, kallem ettim, bir şey bulamadım. Ne bulacağıma dair keskin bir fikrim de yoktu ama araştırmalarım sonuçsuz kalmıştı.
Merakım beni çılgına çeviriyordu. Önceleri aklıma gelen ilk ihtimâller kara sevda ya da kabullenilmemiş bir ayrılık iken şimdi çok başka şeyler düşünüyordum. Genç yaşında terk edilip dul kalmış olması olayı açıklasa da bu gizemin bu kadar kolay bir çözümü olmasını mümkün bulmuyordum.
Bu bir büyü olabilir miydi? Her gün akşam vaktinde bir türlü ikna olmayan ya da seveni sevemeyen o sevgiliyi çağırma yoluyla yapılıyordu ve belki ben görmüyordum ama o sırada elindeki bir tas okunmuş suyu yola serpeliyor, tılsımlı bir tütsüyü savuruyor ya da aralarda dudaklarını oynatarak sesizce dua ediyordu? Belki de ona büyü yapılmıştı, kimbilir? Ya da benim henüz hiç keşfetmediğim bir dindi bu. Aşk ya da en azından ilâha duyulan sevgi ortaktı pek çok dinde ve pekâlâ bu bilmediğim dinde de olabilirdi. Tanrı’ya “Aşkım” diye hitap edilenini bilmiyorum ama mevleviler aşk olarak adlandırmıyor muydu tanrı sevgilerini? Hem ille de yeni bir din olacak değil ya, bir tarikattır belki de. Adı da “Aşkım Tarikatı” olsa hiç şaşırmazdım.
Bilmece başından beri aynı olmasına karşın ben onu çözemedikçe daha da büyüyor gibiydi. Bir süre sonra öylesine sesleri komşumun sesi zannetmeye başlamıştım. Balkona çıkacak ve elime kalem kâğıdı alıp ayrıntıları not edeceğim diye bir kulağım hep o tarafta idi. Hatta akşam vakitlerini de aşmıştı bu iş. Gece tuvalete ya da su içmeye kalktığımda komşum tarafına kulak kesiliyor, balkona çıkıp ışığı yanıyor mu diye bakıyor, bir yanımla hep onu dinliyor, hem onu izliyordum. Bir ara “acaba âşık mı oldum?” diye bile düşündüm ama ilgisi yoktu. Muhabbetsiz aşk olur muydu ki?
Nihayet bir gece rüyama girdi. Rüyamda yataktan yenice kalkmıştım ve her nasılsa güneşin doğmak üzere olduğunu da biliyordum. Balkonun kapısını birinin tıklattığını işitiyorum ve oraya varıyorum. Kapının bir tarafında ben, bir tarafında da siyah pardesülü, fötr şapkalı, kaldırdığı yakalarından ve indirdiği şapkasından yüzü seçilemeyen bir adam. Açıyorum, bir şey demek istiyorum, diyemiyorum. Derken o konuşuyor ve sanki han kapısını çalmış da yer soruyormuş gibi bir rahatlıkla “Buralarda beni çağıran birisi varmış, siz misiniz ya da tanıyor musunuz?” diye soruyor. Konuşmak istiyorum, konuşamıyorum. Çevredeki apartmanlara bakınıyor, elimle doğru yönü işaret etmek istiyorum, ama onu da beceremiyorum. Bir ara “kimsiniz” diyesim geliyor ama ağzımı açmak ne mümkün? Fakat o duymuş gibi tekrar bana çeviriyor kafasını ve duymuş gibi de cevap veriyor: “Azrail yahu, tanımadın mı?”
Kanter içinde uyandım ki nasıl da terlemişim? Yatak göl gibiydi! Hem terlemiş, hem de susamıştım ama çocuklar kadar korktuğumdan ve mutfağa gidip su içmeye cesaretim olmadığından gerisin geriye uyumaya çalıştım.
O sabah kalktığımda bu işin aslını öğrenmeye karar vermiştim artık. Rüyaların mânâsı olduğuna çok da inanmam ama azrailin görünmesini niyeyse manidar bulmuştum. “Cici komşum ölecek miydi yoksa?” diye düşünmekten kendimi alamıyordum. Merakın yanında bir de kendi halim vardı: Artık işim gücüm bu gizemi çözmek olmuştu ama yeni bir bilgi elde edemediğimden durduğum yerde kalakalmıştım. Hiçbir şey bana heyecan vermiyor, kendi hayatıma dair hiçbir gelişme, eş, dost, arkadaş beni mutlu etmiyordu. Dükkâna bile uğramaz olmuştum ve hayatım alt üst olmuştu. Beni arayan insanların telefonunu açmıyor, onlara geri de dönmüyordum. Ne kimse ile konuşasım, ne de evden çıkıp bir şeyler yapasım vardı. Bu gizemi çözmek benim hayattaki yegâne amacımdı sanki.
Planlar yapmaya başladım. Planlarımdan birisi o balkonda böyle çığrınır iken birden karşısına çıkıvermekti. Herhalde o sırada göz göze gelsek bana anlatmak zorunda hissederdi bu garip feryâtların sebebini. Fakat bu planı becerebileceğimi sanmıyordum, çünkü o rüyayı gördüğümden beri o böyle bağırdıkça korkuyordum artık. Nitekim rüyadan ya bir ya iki gün sonraki akşam vakti idi. Evde çok bunaldığım bir anda temiz hava almak için balkona çıkmıştım. Onun tarafına doğru bakıyordum ki gözümün ucu ile perdenin kenara çekildiğini hissettim. Aklımda şimşek gibi beliriverdi detaylar: “Akşam ezanı okundu, yatsıya da az bir şey var, şimdi çıkacak yine, eyvah!” diye düşünüp, kendimi içeriye nasıl atmıştım bilmiyorum. Balkona doğru uzanan kanepenin üzerine attım kendimi ve gözümün önünde rüyamdaki azrail belirdi. Nasıl nefes nefese kalmışım anlatamam. O anlar beni bu kadar korkuturken balkonda durmayı nasıl becereyim?
Diğer planım balkonundan uzak ve gündüz vakti olduğundan daha güvenli idi: Kendimi davet ettirmek, böylelikle yakınlık kurmak, mümkünse onun hakkında daha çok şey öğrenerek bu sırrı çözmek. Fakat bunu nasıl yapabileceğimi bir türlü bulamıyordum.
Yine bir gün kendimi nasıl davet ettirebileceğimi, en azından onun da yanlış anlamayacağı bir biçimde o benimle temas kurmadan onunla nasıl temas kurabileceğimi düşünürken bir çay içeyim diye mutfağa gitmiştim. Komşumun evine giden yolun anahtarını işte o gün, orada gördüm: Bana en son getirdiği tatlının tabağı… Tabi ya! O kadar düşüncesiz, o kadar vurdumduymazdım ki, kadın boş tabaklarını elinde dolu bir tabakla geldiğinde alırdı. Bir gün olsun şu tabağı doldurup vermeyi akıl edememiştim. Neden bu ilk olmasındı?
İyi de; yemek yapmayı bilmiyordum ki! İlle yemek mi olmalı? Ya ne yapacaktım? Yoğurt koysaydım mesela? Saçma olurdu. Komşuya bir kâse yoğurdu vermek için illa ki özellikli bir yoğurt olmalıydı. Mesela memleketten gelen kaymaklı bir koyun yoğurdu olsaydı iyi olurdu ama elimdeki tek yoğurt pastörize hazır yoğurt. Hazır çorba yapıp versem dalga geçmek gibi olurdu, ama aksine sempatik de görünebilirdim. Bilememiştim. Gerçi demokrasilerde çare tükenmez! Biraz daha düşününce aklıma sıkı bir yalan gelmişti…
Aceleyle evden çıkıp pastaneden çikolatalı pasta aldım geldim. Pastayı güzelce dilimledim. Bugünün doğum günüm olduğunu söyleyecektim. Özellikle iki dilim koydum ki beni pastanın yanında bir kahve içmeye davet edebilsin ve içeride en azından şu pastayı bitirene dek vakit bulabileyim.
İkindi yeni çıkmıştı ki kapısını çaldım. Plan tam da düşündüğüm gibi işledi. Güzel komşum kapıyı açtıktan sonra ıkına sıkıla ona o gün doğumgünüm olduğunu, bir arkadaşımın pasta getirdiğini, hem tabağını iade etmek hem de doğum günü pastamdan ikram etmek istediğimi söyledim. Sırf arkadaşımın gittiğini ve çağırılmaya müsait olduğumu ima etmek için bir ara saçmalamış da olabilirim. Önemli değildi, plan işledi ve beni içeri buyur etti. Salona doğru yürüdüm; yürürken yavaş yürüyor ve etrafıma bakınıyordum: Ev oldukça normal görünüyordu. Ne bilmediğim bir dinin işaretlerine, ne muskalara, ne de anormal bulunabilecek hiçbir şeye rastlamıştım. Gayet düzgün, temiz, modern bir evdi.
Bir yandan pasta yiyip, bir yandan da çaylarımızı yudumlarken bir on beş dakika kadar geçmişti galiba. Çayları tazelemek için mutfağa gittiğinde yine etrafımı inceliyordum ki kadının belli belirsiz “Aşkııım” diye seslendiğini duydum.
Sanki bu sihirli bir kelimeymiş, bir büyünün kilit cümlesiymiş gibi bir anda yüreğim sıkıştı. Tüylerim ürperdi ve birden korkumun kaynağı olan evde bulunduğumu fark ettim. Kadın yine aynı türküyü çağırıyordu ama bu defa balkonda değil evindeydi. İşin kötüsü o evde ben de vardım. Ya azrail geldi ise ve tam da ben kadının evindeyken onun canını alacaksa? Eyvah eyvah…
Tekrar içeriye kulak kabarttım ama kulaklarım tıkanmıştı ve sadece kendi yüreğimin atış seslerini duyuyordum. Derken kadın bir kez daha “Aşkım” dedi ve irkildim… Ancak bu defa bir çağırma sesi değil, yumuşak bir seslenmeydi bu. Daha önce duymadığım bir tonda. Aradığı bir şeyi bulmuş gibi… Neyi buldu ki? Aman yarabbi!
En azından hala ölmediğini bilmek beni rahatlatmıştı, fakat her an kötü bir şey olacakmış gibi bir hissiyat içerisinde, adeta teyakkuzda bekliyordum. Kadın, hiçbir şey olmamış gibi tekrar salona geldi. Artık her nasıl görünüyorsam halime bakıp hayrete düştü.
“Ne oldu size böyle?”
“Ne… Ne, ne olmuş?” diye kekeledim.
“Bilmem, korkmuş gibisiniz…”
Ona sebebini nasıl açıklayacaktım? Bir yolunu bulmaya çalışırken o da hala elindeki tepsiyle ayakta bekliyordu. O da korkmuştu sanki.
Derken, ince ve sık aralıklarla çalan bir zilin sesini işittim koridordan. Mutfaktan salona yaklaşan bir şey vardı. Acaba sadece ben mi duyuyordum? Kadın neden sese tepki vermiyor anlamıyordum. Yüreğimin ağzımdan dışarıya fırlamasına ramak vardı ve gözlerimi pörtletmiş halde olduğumun farkındaydım. Belki kadını dehşete düşüren de bu manzaraydı. Ve ses gittikçe yaklaştı… Yaklaştı… Salonun kapısına kadar geldi.
Gözlerimin karardığını hatırlıyorum, gerisi kopuk…
*
Burnuma keskin bir kolonya kokusu geldiğinde varlığımın bilincine tekrar ulaşıyordum. Başım küçük bir yastığın üzerinde, burnumda ve bileklerimde birinin elleri vardı, ama kimindi? Gözümü açmaya cesaret edemiyordum. İçeride hala bir zil sesi oradan oraya dolaşıyor. Gözümü açtım, komşum uzandığım koltuğun dibine diz çökmüş. Bileklerimi ovalayan o. “Ne oldu size Ömer Bey? Bayıldınız, çok korktum…” diye soruyor.
Ağzımı açacağım sırada birden bacaklarıma doğru uzun tüylü bir hayvan zıpladı ve ben de istemeden sıçradım. Komşum “Aşkım! Rahat dursana!” diye kızdı ve şişman ama atletik kediyi kucağına alıp hemen yanı başındaki balkon kapısını açtı, dışarıya bıraktı.
“Çok direndim ama yeter! Kısırlaştıracağım artık bu hayvanı… Hiç söz dinlemiyor ve sürekli evden kaçıyor. Her akşam balkonlarda deliler gibi adını bağırmaktan sıkıldım. Duyan ne diyordur acaba?” diye sordu.
Oturduğum yerde doğruldum. Gözümü Ayla’nın gözlerine diktim. Ne diyeceğimi merak ediyordu, zira bir şey söylemek istediğimin de farkındaydı. Sabırla bekledi, bekledi, bekledi…
Kahkahalarım bir volkan gibi patladı ve deliler gibi gülmeye başladım
Bir yanıt yazın