Neden uzaylılara yönelik tek bir algı var? Bize benzemek zorunda olduklarını niçin düşünüyoruz? İki kolu ve iki bacağı olmayan uzaylıların öyküsü…
[box type=”info”]Bu makale Açık Bilim dergisinin Aralık sayısında yayınlanmıştır. Paylaşım kuralları gereği kendi sitemde bu tarihte yayınlamaktayım.[/box]
Tek yönlü kitlesel iletişimin en büyük araçları olan yazılı ve görsel yayınlarda gördüğümüz öğeler algımızda önemli ölçüde yer eder. Belki de bu yüzden günümüzde sinemacılık ve reklamcılık çoğu zaman büyük ölçüde “algıda/düşüncede yer etme” amacı taşır. Güzel bir reklamın, etkileyici bir sahnenin sosyal ve kültürel hayatımıza yerleştiği sıkça görülür: Öyle ki ticaret yapmak için akımları takip edenler bunu kara dönüştürürler. Ülkemizde gündemde olan ve en çok izlenen dizilerden bazı öğelerin mücevher ve hatta sandviç olarak günlük hayata taştığını görürsünüz. Polat, hürrem yüzükleri, miroğlu ceketleri, mirkelam pantalonları, psikopat, gaffur adlı sandviçleri düşünürsek, bu öğelerin nasıl geçici bir furya olarak hayatımıza katıldıklarını anlarız.
Bu etkilerden bir kısmı kalıcı olabilirler. Bunun en somut örneği Noel Baba adıyla bildiğimiz, hristiyanların inancında kutsal olan Santa Claus’un kıyafetleridir. Santa Claus’un kırmızı ve beyaz, pofudukumsu kıyafeti onun tarihsel bir betimlemesi değil, Coca Cola’nın 1930’larda yaptığı bir çalışmanın ürünüdür ve o renkler Coca Cola’nın kurumsal renkleridir. Coca Cola’nın reklam çalışması o kadar beğenilmiştir ki, Santa Claus o günden bu yana kırmızı ve beyaz renkli kıyafetleriyle temsil edilir.
İnsanoğlu’nun bir öğeyi dosyalayabilmek için onun kesin bir şekil ve rengine ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz ve belki bu da Noel Baba figüründe bir standardizasyona gitmenin temel nedenidir. Noel Baba dendiğinde akla hep aynı figürün gelmesi oldukça anlaşılır bir sonuç: Zira ev dediğimizde de az çok gözümüzün önüne pencereli ve kapılı bir dört duvar, içerisinde odalar ve en az bir adet mutfak ve lavabo gelir. Çağımızda bu tip kültürel aktarımlara “mem” deniyor. Genetikteki “gen” kavramının kültürel bir karşılığı olarak, onlar da mutasyona uğruyor ve kültürlerce, toplumlarca en çok kabul edilenler ve yayılma imkanı gösterenler hayatta kalabilirken, diğerleri yok oluyor. Ortaya çıkıp kısa süre sonra kaybolan bazı akımları, zayıf ve yararsız genetik özellikler gibi düşünebilirsiniz. Diğer yandan kalıcı olan ve geliştirilmeye devam edilen her şey de yararlı değişinimler (mutasyonlar) gibidirler. Yüzyıllardır arabaların farlarının, tekerlerinin ve kapılarının aynı yerde olması, evlerimizdeki muslukların şekil ve ebatları, bir icat olarak klozet gibi…
İşte bu memlerden birisi de Hollywood içerisinde kendini tekrar eder bir öğe haline gelmiş halde. Uzaylı figürü. Bu figür o kadar kuvvetli ki ortaya atılan sahte “uzaylı” fotoğraflarından, karikatürlere, çizgi filmlere ve sinemalara kadar neredeyse “ortak” bir uzaylı figürü oluşmuş durumda.
Çoğunlukla yeşil ya da ten rengi tonlarında, bizler gibi kolları, bacakları olan –fakat tabi ki farklı olarak parmak sayıları, eklem yönleri, uzunluk ve kısalıkları değişen-, ve kol ve bacakların gövde üzerindeki yerleşimleri aynı olan, elbette gövdenin üzerinde bir kafa ve bu kafanın üzerinde gözler, kulaklar, burunlar, belki bazen kafalarının üzerinde bulunan, dünyamızın böcekleriyle aynı konumdaki antenler…
Şimdi dilerseniz, uzaylıların vücut düzenleri hakkında bir “düşünce” turuna çıkalım.
İnsana benzemeleri şart mı?
Dünya… Güneş sisteminde onun çekim etkisiyle yörüngesinde dolanan, ondan ışık alan, yüzeyinde büyük ölçüde su barındıran, magnetosferi ve ozon tabakası sayesinde uzayın canlılar için zararlı ve tehlikeli ışınlarından korunan, korunaklı, özel ve güzel bir gezegen.
Biz üzerinde yaşayan canlılar ise onunla büyük bir uyum içerisindeyiz. Vücut özelliklerimiz ve organ/uzuv dizilimlerimiz tamamıyla dünyanın niteliklerine uygundur. Dünya sakinleri, atmosfer yoğunluğunun iletebileceği makul bir frekans ayarında duyan kulaklara, renk olarak tanımladığımız elektronik dalgaları algılayabilen (görünür ışık) ve hatta insanlar dışındaki canlıları düşünürsek az da olsa mor ötesi, ya da kızıl ötesi ışığı da yakalayabilen bir görüş sistemine, ve yaşamımızı devam ettirebilmemiz için gerekli diğer üç duyuya, ya da bunların bir kısmına sahip sakinlerdir.
Peki başka bir gezegende geliştiğini düşündüğümüz bir hayat, dünyadakine benzer şekilde mi gelişecektir? Eğer bizlerin özellik ve uzuv dizilimleri dünya gezegenine uygun ise, başka bir gezegende nasıl aynı sonucu elde edebiliriz?
Uzaylı dostlarımızın nasıl olabileceğine düşünürken iki yol kullanılabilir: Bir gezegenin özelliklerinden uzaylıların nasıl olabileceği düşüncesine tahmin yoluyla ulaşılabilir. Ya da dünyadan yola çıkarak bizim nasıl olduğumuzu düşünüp, onlarda nasıl olmayacağına varılabilir. Biz bu yazımızda daha çok birincisini tercih edeceğiz.
Alternatif bir ekosistem
Şimdi alternatif bir ekosistem tasarlayalım, ama burada detaylara takılmayalım; zira detaylarına girdiğimiz zaman sonsuz ihtimali değerlendirmiş, her şeyiyle bir yaşamı anlatmış ve “tanrısal” bir davranış göstermeye kalkmış oluruz. Sadece beyin fırtınası:
Öyle bir gezegen düşünün ki gezegen üzerinde doğal ve sürekli oksijen kaynakları var: Bu bir şekilde kimyasal bir reaktör gibi sürekli işleyen doğal olaylardan kaynaklanıyor, gayzerlerden fışkırıyor ya da onu sudan ayrıştıran bazı çevre olayları cereyan ediyor olsun. Üstelik bu gezegen genelde kalın ve yarı saydam bir bulut tabakasına sahip olsun. Böyle bir durumda bu gezegenin yüzeyine pek de güneş ışığı gelmeyecektir. Ancak karbon ve protein temelli bir canlılığın var olabilmesi için de yeteri kadar sıcak olsun. Zira kapalı hava, sera etkisini arttıracaktır ve sera gazlarının yoğunluğu da bize ideal bir ortam sağlasın.
Bu karanlık gezegende bitkilerin fotosentez yapmalarına –ve oksijen üretmelerine- olanak veren klorofillerin yer alması için hiç bir sebep olmazdı değil mi? Bitkilere aynı zamanda yeşil rengini veren klorofiller olmasa idi, “bitki” eşdeğeri olarak kabul edebileceğimiz, yani ototrof, yani kendi besinini kendi üreten türler yeşil olmayacaklardı. Bunun da bir sonucu olarak ototrof çok hücreli bitkilerimiz daha fazla güneş ışığı alabilmek için bir panel görevi gören yapraklara da pek ihtiyaç duymayacaklardı.
Peki böyle bir gezegende temel besin kaynağı ne olurdu? Besin sentezlemenin tek yolu güneş ışığını kullanarak fotosentez yapmak mıdır?
Değildir. Bir de kemosentez var. Kemosentetik bakteriler demir, kükürt, hidrojen, metan veya azot gibi maddeleri oksitleyerek karbonhidratlar gibi organik bileşikleri üretmek için gereken enerjiyi elde ederler. Daha sonra da bu organik bileşikleri besin olarak tüketirler. Yani ışık almayan bu gezegende canlılığın büyük ölçüde kemosentetik bakterilerle başlayacağını düşünebilirdik.
Dünya’da da bir süre sonra tek hücreli canlıların organize davranışlar gösterecek biçimde çok hücreli hale geldiği gibi, bu gezegende de bir süre sonra kemosentetik bakteriler çok hücreli ilk grupları oluşturur, bunlar da zamanla gelişerek ortaya kemosentetik bitkiler ortaya çıkardı. (Bu noktada biyologlar ya da moleküler biyologlar kemosentezden elde edilen enerjinin çok hücreli bir organizasyon için yeteri kadar kimyasal enerji sağlamayacağını düşünebilirler, ancak gezegen dünya olmadığı gibi, bu kemosentetik kimyasal tepkimelerin de dünyadaki tepkimelerin aynısı olmayacağını söyleyebiliriz). Besin döngüsü için kendi besinini kendi üreten bireylerin ortaya çıkması önemli bir başlangıç. Eğer dünyadaki senaryonun aynısı sürse idi bir süre sonra bu bitkilerin gezegenin mümkün olan her yerinde kendilerine yayılma alanı bulacağını söyleyebiliriz.
Bu ototrof canlının detaylarına girmeden, ikinci bir sınıfı ortaya çıkaralım: Öncelikle kendi besinini üreten bakterileri kullanarak hayatta kalan ilk “otçulları” düşünelim. Kendi besinini sentezlerken çeşitli mutasyonlara uğrayarak bir şekilde diğer bakterileri de sindirebilir hale gelen ara bir tür bir süre sonra kendi besinini sentezleyemez hale gelse de diğerlerini tüketerek hayatta kalabilecektir. Kemosentetik bakterilerimiz kendilerine epey bir yayılma alanı bulduğuna göre, bu yeni arkadaşımız besinsiz kalmayacak ve üremek için de fırsat bulabilecektir. Bir süre sonra o da çok hücreli oluşumlar gösterecek, belki de bu işin sonu ilk böceklere varacaktır.
Hatırlarsanız gezegenimiz pek de ışık almıyordu… Bu durumda görünür ışığı algılayabilecek gözlere pek de ihtiyaç yok. Bunun yerine kemosentetik bakterilerin sentezlediği besinlere duyarlı kimyasal duyargalar (bir süre sonra bu bir burun haline gelebilir), ya da en azından onların ısısını algılayabilecek ilkel bir termal kameraya sahip olmaları yeterli olabilir. Böyle bir organ ilk kez gelişmeye başladığında ilgili çok hücrelinin eskiden türdeş olduğu diğerlerine göre önemli bir rekabet avantajı elde etmeyeceğini hangimiz söyleyebilir? Belki bu yeni dostumuz bir süre sonra hızını alamayarak biraz daha değişecek ve diğer otçul türü de tüketebilir hale gelecek ve böylece ilk etçil haline de gelmiş olacaktır.
Bu canlıların illa ki bizler gibi ayaklara ve kollara sahip olacağını söyleyebilir miyiz?
Diyelim ki söz konusu gezegen çok düşük bir yerçekimine sahip. Bu durumda bitkilerin sert ve odunsu gövdelere ihtiyacı yok. Zaten ışık almak gibi bir kaygıları olmadığı için daha yukarılara uzanmak ve daha fazla ışık alarak elde etmek istediği bir rekabet avantajı da yok. Şu halde bu bitklerin yerlerde süründüğünü, zira yerdeki metaller sayesinde besin ürettiklerini unutmayalım.
Bu durumda milyonlarca yıl sonra bu gezegen üzerinde koca koca gövdeli ağaçlar olacağını da söyleyemeyiz. Ağaçlar olacağını söylemeyeceksek aktif bir yürüme, tırmanma, tırmanma yoluyla besin elde etme, ağaçlara çıkarak avcıdan kaçma ya da av elde etme gibi özelliklere de pek ihtiyaç yok. Belki de bu yüzden bu gezegendeki en gelişmiş canlılar, bizim dünyamızdaki yılana daha çok benzeyecekler. Aktif bir şekilde sürünen, hızlı, çevik, kızılötesi ışığı algılayan duyargaları gelişmiş, havanın sıcaklığı ve yoğunluğuna göre ses hızı değişeceğinden, varsa kulakları ya da belki dış derileri bu titerişimi duyup algılayabilen canavarlar… Kızılötesi gözleri bizim gibi başı üzerinde değil, belki vücudunun her yerine eşit aralıklara dağılmış olacak. Belki sinir sistemi kafasında yer alan bir beyinde değil, kuyruğundaki bir bölgede olacak. İletimi hızlandırmak için de gözler daha çok bu bölgede toplanacak ama “başını ezdirmek” onun için bir problem olmayacak; zira beyni arkada olduğu için girilecek bir savaşta “başını verebilecek”.
Vücut şeklimiz bize özel
Yukarıda alternatif bir ekosistem tasarladık; ve elbette biraz basitleştirme yoluna gittik. Ancak burada vermeye çalıştığımız anafikir, gezegenin koşullarının canlılığın gelişimini önemli etkilerde bulunduğunu göstermekti.
Aynı egzersizi birer gaz devi olan Jüpiter ve Satürn benzeri gezegenler için de yapabilirdik. (Bu egzersiz Carl Sagan’ın Kozmos kitabında yer almaktadır.) Böyle bir gezegende canlıların sıcak hava balonları gibi havada asılı kalabilecek şekilde olduklarını düşünürüz. Av ve avcıların mahiyeti de yine buna göre şekillenirler.
Ellerin ve kolların araç kullanabilme yeteneği getirdiğini düşünürsek ileri bir medeniyet geliştirmek için büyük önemleri olduğunu söyleyebiliriz; fakat bu ileri bir medeniyet kurmak için illa ki onlara sahip olmanız gerektiği anlamına gelmiyor. Az önceki alternatif ekosistemimizde ağzını kullanarak alet kullanmaya başlayan türlerin bir süre sonra kaslarının uygun şekilde gelişerek ağızlarını bir el gibi kullanmalarını sağlamayacağını düşünmemiz için hiçbir sebep yok. Belki çok ileride keşfedeceğimiz bir gezegende kurduğumuz alternatif ekosisteme rastlayacağız ve masaların başında gövdelerinin alt kısmının üzerine oturarak kafalarını sallayan ve tartışan büyük yılan benzeri canlılara rastlayacağız. Onların hiç elleri ve kolları olmayacak ve yazılarını ağızlarında tutuğu kalemlerle yazarken, düğmelere de eğilip burunları ile basacaklar.
Sonuç
Sonuç itibariyle aklımızdaki uzaylı figürü insana çok benzemektedir.
Bu hem evrimin o gezegenler için de tamamen aynı senaryoyu takip ettiğini, hem de gezegenlerinin bizim gezegenimizle neredeyse aynı konumda olduğu önermesini (postülatını) sorgulamadan kabul etmektir. Şansa, kimyaya, coğrafyaya, gezegen koşullarına ve elbette diğer canlılara, yani ekosisteme bağlı olarak gelişen canlılığın her yerde aynı şekilde geliştiğini söylemek neredeyse mümkün değil. En azından çok küçük bir ihtimal olurdu.
Biraz hayal gücümüzü zorlarsak canlılar karbon temelli olmak zorunda da değil. Canlılık tanımımız saklı kalmak üzere, en az karbon kadar aktif ve kabiliyetli bir diğer element olan Silisyum da canlılığın temelini oluşturabilir. Silisyum karbon kadar yumuşak ve esnek değildir; ancak bir yerden düşerek bir tarafınızı kırmanın mümkün olmadığı ve çok da hareket etmek istemeyeceğiniz bir gezegende karbonlu bileşiklerin esnekliğine ve düşük tokluğuna (kırılabilirliğine) ihtiyacınız yoktur.
Ancak, zaten silikon bileşikleri oldukça reaktiftir ve kararsız yapıdadırlar. Doğada bulunabilen en karmaşık silikon molekülü altı molekül içerirken, karbon için bu rakam binlerle ifade edilebilir [2]. Bu sebeple silikonla da çok temel düzeyde, ilerlememiş ve karmaşıklaşmamış bir canlılık hayal edebiliyoruz.
Bu yüzden bir “uzaylı”ya ait olduğu iddia edilen bir fotoğrafla ya da görüntüyle karşılaşırsanız, önce onun filmlerin etkisi altında kalarak, ve doğru olması çok düşük ihtimale sahip olan bu postülatları kabul ederek uydurulmuş bir fotoğraf olduğundan şüphe edin.
[1] İnceleme: War of the Worlds (Dünyalar Savaşı), 2005. Tevfik Uyar.
[2] http://nai.nasa.gov/astrobio/feat_questions/silicon_life.cfm
[box type=”bio”]Tevfik Uyar, “Hollywood Uzaylıları: Uzaylılar neye benzer?”
http://www.acikbilim.com/2011/12/incelemeler/hollywood-uzaylilari-uzaylilar-neye-benzer.html[/box]
Bir yanıt yazın