İstanbul’a ilk geldiğimde bir kurs için İTÜ’nün Gümüşsuyu kampüsündeki yurtlara yerleşmiş, ilk çay içme turunu da Elif Koç ve Melis Küçükoğlu ile Beşiktaş’ta, Kadköy iskelesinin yanındaki o çay bahçesine düzenlemiştim. Benim için Beşiktaş macerasının başlangıcı budur. O tarihten sonra “bir ev tutarsam Beşiktaş’ta tutacağım”cı oldum.
Bir hırs ürünü mü?
Çocukluğumda, babam ile İstanbul’a geldiğim zamanlardan birinde “Yıldız”a gelmiştik. Yokuşlu sokaklar. Dik ve yalçın. Kargacık burgacık sokaklar. Aşağıda bu sokakların bağlandığı genişçe bir bulvar. Saat gecenin 3’ünde varmış olmamıza rağmen hala yoğun bir araba akışı var. Mahallenin adı Yıldız’dı zaten. Yani annemin adıydı. Bir de Hayat Sigorta görmüştük. O da babamın adının nişanıydı. Ecem temizlik ürünleri de kardeşimi kattı işin içine. Ama yokoğlu yoktu Tevfik adı. Niye olsundu. Kaç dükkana isim verilir? (Gerçi Metroport alışveriş merkezinde Tevfik Bey diye bir pideci var. İlk kez karşılaşıyorum…) O zamanki hırsın bunda bir etkisi olabilir mi bilmiyorum. İsmim olmadı Beşiktaş’ta ama 12 yaşındayken gerçekleştirdiğim o ziyaretten yıllar sonra cismimle Beşiktaş’ta yer aldım.
Köhne sokak, virane merdivenler
Aslında yaşamak için yer seçiminde kıstaslarımın da ne olduğunu bilmiyorum. Zira iki sene yurtlarda kaldıktan sonra eve çıkma zamanı gemişti. Koray Koşar ile birlikte MSI dergisinde çalışıyorduk. Ofis Bebek’teydi. Okul ise Maslak’ta. İkisine de eşit ama en uzak köşeydi, ama eşit köşeydi… Her ikisine de ortalama trafik şartlarında 20-25 dakika sürmeyen bir otobüs yolculuğuyla erişilebiliyordu. O yüzden Beşiktaş’ta ev aramak üzerinde mutabakata vardık.
Ağır Ağır Çıkacaksın Merdivenleri
Gördüğümüz bir kaç ev sonunda enteresan şiveli emlakçı Aziz ile birlikte, bir ucu merdiven bir ucu yokuş olan, merkezde, hatta Beşiktaş Plaza’nın dibinde olmasına rağmen gözlerden uzak bir sokakta bir ev bulduk. İçeride hala Filipinli misyonerler yaşıyordu (Taşındıktan sonra tam bir gün boyunca evin içerisinde “kulak” aradım. Olur ya…) Önden iki kat olmasına aldandım hemen… Havadar ve ferah bir evdi, tutulabilirdi. Nitekim tutuldu. Tuttuktan sonra bakmak geldi arka pencereden aşağıya. Ev beş katlı idi. Ciddi bir kot farkı :) Ki benim 3 kattan yüksek binalara alerjim var… Neyse ki ona da alıştık.
Oda diyip geçmemek lazım… Her bir eşya farklı konuşur… Atmadan önce de helalleşmek gerekir. Hakkı vardır her şeyin.
Konuşan her şey…
“Duvarların dili olsa” demeyeceğim. Benim duvarlarımın dili var. Eşyalarımın da dili var. Her köşede asılmış olan onlarca şeyin de. Hepsi bana hediye edenlerini ya da sahiplerini ya da asıldığı zamanları ifade ediyor. Onların o ifadesini yitirmemesi için orada bırakacağım zaten. Evin yeni sahipleri ise onları duyamadıklarından, onları atacaklar. Olsun… Ben atamayacağım. Taşımamın da bir anlamı yok kimisini… Çünkü ancak orada, kendi yerlerinde kıymetliler. Onlar çok şey anlatırlar. 3 senemi geçirdiğim o evde yaşadığım tüm savruntuları, “durungu”ları ve yıkıntıları… Ancak küllerden doğuntuları, sevintileri, sevileri, sevişmeleri…
Benim sokaklarımın da dili var. Demirinden kayarak indiğim merdivenlerin, geceleri çay içmeye gittiğimiz nöbetçi çay bahçesinin -ben ona “müzenin karşısı” diyorum. Karşısındaki deniz müzesine istinaden…-, ve sahilin o küçücük kumsal kısmının. Osman Ender Kalender’in taksiye bindiği migros köşesinin, hep evimin dibinde olmasıyla övündüğüm ama sadece iki kez gittiğim sağlık ocağının, mükemmel akustik tasarımıyla içeriye girer girmez tüm şehir uğultusunun kesildiği ve huzura boğulduğum Sinan Paşa camii’nin… daha neler neler… neler sayabilirim?
Nöbetçi çay bahçesi: Müzenin karşısı… Başka bir adı var mı bilmiyorum. Ben üç sene onu böyle çağırdım.
Annemin “evi sevme” kriterleri
O eve annem ilk geldiğinde köhne bir sokakta olmasından ve arka penceremin otopark manzarasından dolayı çok üzülmüş. Benim viran bir evde viran bir hayat süreceğimi düşünerek… Ona Beşiktaş’ın güzelliklerini anlatabilmem için ikinci ve üçüncü kez gelmesi gerekiyordu. Her ne kadar ben ona çok şey anlattıysam da onun aklında en çok kalan “Beşiktaş Pazarı” oldu. Ah kadınlar…
Merkez üssü: Beşiktaş
ve Beşiktaş her yere yakındı da… Hele ki İTÜ’lüyseniz ve Gümüşsuyu’ndan ya da Taşkışla’dan ya da İşletme’den ders aldıysanız… Ya da seyahat için Haydarpaşa garını, veyahut Harem otogarını kullanacaksanız… Üsküdar’a geçip mutluluk hapı olan sosislilerden yiyecekseniz… (İçerisinde monosodyum glutamat olduğundan ciddi ciddi şüpheleniyorum). Zira o evde oturduğum zamanlar boyunca çok işe girdim ve çalıştım. Beşiktaş hep yakındı. MSI’daydım, Bebek’teydik. Beşiktaş yakındı. İlkbiz Tophane’deydi ve Beşiktaş yakındı. Vira Kadıköy’deydi ve gitmek sadece bir vapurun kalkmasına ve sizin de ona yetişmenize bakıyordu (Evden çıkma saatini bir türlü ayarlayamazdım). Zaten evimi değiştirmeyi ilk Baykar’a girdiğimde düşünmüştüm (İkitelli). Ancak oradan ev değiştiremeyecek kadar kısa bir süre sonra ayrıldım. Ağustos’ta Tarkim’e girdim… 9 aydır buradayım. Çok uzun süre de burada çalışacakmışım gibi geliyor. Kaldı ki, artık Sivil Havacılık Sektörüne dalış yapmış bulunmaktayım. Havalimanı, İDTM, Yeşilköy, Florya… Hep buralara yakın ama maalesef Beşiktaş’tan çok uzak.
Martı manzaralı evim… Çok zor oldu çığlıklarına alışmam. Şimdi nasıl koparım?
Yeni macera…
İşte şimdi Bahçelievler macerası başlıyor. Yüksek girişli bir bahçe katı. Ancak pencerelerin hiçbiri yarım değil. Düşünce başımı bile yarabileceğim cinsten. Nazar değmesin, ümidimi kesmek üzereyken her şey bir anda oluverdi. Şeker gibi bir ev sahibi ve şeker gibi komşularla beraber. Daha taşınmadım. Gün sayıyorum. Fransa dönüşü taşınacağım. Beşiktaş’ın yerini asla tutmayacak biliyorum; ama her şey de bir alışma meselesi. İyi ya da kötü, eğer her ikisi de varsa, bir yerlerde anı biriktirmek, o yeri sizin yeriniz yapıyor ve bir bakıyorsunuz ki bağlanmışsınız. Çünkü geçtiğimiz her yerde iz bırakıyoruz, onların da bizde bıraktığı gibi.
Güzel bir veda etmek gerekiyor Beşiktaş’a ve tüm anılarıma.
Elveda Beşiktaş,
Elveda Afacan Sokak…
Hoşbulduk Bahçelievler.
Bir yanıt yazın