Yeni bilimkurgu romanım KIZIL SÜRGÜN 17 Aralık 2019 itibariyle tüm internet kitapçılarında satışa giriyor. Muhtemelen takip eden hafta tüm kitapçılara gelmiş olacak.
Bilimkurgu ile ilgili bir söyleşi ya da konferansa davet edildiğimde “Türkiye’de bilimkurgu edebiyatı neden gelişmedi? Neden talep görmüyor?” sorusuyla muhakkak karşılaşıyorum. İzlediğim ve gördüğüm kadarıyla aynı alanda düş kurduğum diğer arkadaşlarım da aynı sorunun muhatabı oluyorlar. Sahi… Bilimkurgu edebiyatı Türkiye’de neden gelişmedi?
Soru yerinde ama yine de şunu dile getirmem gerek: Bir zamana kadar, hatta belki yirmi yıl öncesine kadar, Türkiye’de bilimkurgu çoğunlukla “ithal” bir üründü; hatta belli bir dönemde yüzüne bile bakılmadı[1]. Ne var ki bugün Türkiye’de bilimkurgu eserler hem yazılıyor hem okunuyor. Durum eskisi gibi kötü değil. Ancak bu ilgi kendi geçmişimize göre muazzam artış göstermiş olsa da hala batı ülkelerindekiyle mukayese bile edilemeyecek düzeyde. Sebebi konusunda ayaklarının yere bastığını düşündüğüm birtakım spekülasyonlarda bulunabilirim:
Einstein’ın görelilik kuramını ortaya attığı sene İngilizler Çanakkale’den çekilmeye başlamıştı. Ruslardan Bitlis ve Muş’u geri almıştık. İngilizler Haydarpaşa Garı’nı bombalamışlardı. Daha evvel bağımsızlık ilan eden Hicaz, o sene resmen bağımsızlığını kazanmıştı. Uzay yarışının başladığı, Crick ve Watson’un DNA’yı keşfettiği yıllarda Menderes meclise “siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz” diyordu. Türkiye’nin başbakanını astığı yıl, ABD Mercury, SSCB Vostok projesine başlamıştı. İnsanoğlu Ay’a ilk adımını attığında ODTÜ siyasi olaylar nedeniyle kapalıydı. 80 darbesinde Voyager 1, Satürn’e ulaşmış, 1982 anayasası oylandığı sıralarda Mir Uzay İstasyonu tasarlanmış, Avrupa Uzay Ajansı ESA ise EXOSAT (HELOS) X-ışını gözlem teleskobunu göndermeye hazırlanıyordu. ABD’nin Mars’a laboratuvar, ESA’nın kuyruklu yıldıza sonda indirdiği yıllarda yeni havalimanı meseleleriyle meşguldük. Almanya ve Çin enerjisinin %50’sini yenilenebilir kaynaklardan temin etme planlarını açıkladığında, HES inşaatları önünde çevrenin zarar göreceği gerekçesiyle mahkemelerin iptal kararının uygulanmasını isteyen vatandaşlara gaz sıkılıyordu. Ve böylesine istikrarsız bir bölgede reklamlarla nükleer santrale sempati yaratmaya çalışır haldeyiz. Bugün kentlilerin %99’unun kirli hava soluduğunun ilan edildiği ülkemizde, daha çok termik santral inşa ediliyor. Bir tarafta Plüton’un ilk yakın çekim fotoğrafları ajanslara verilirken, diğer tarafta Boston Dynamics’in robotu hünerlerini sergileyip “robot hakları” konularında tartışmalar yaratırken, burada bizler hala demokrasinin nasıl olması gerektiğini tartışıyor ve “insan hakları” konusunda mutabakata varamıyoruz. Yani? Yanisi, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın dediği gibi: “Türkiye evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor”. ABD’de yaşayan bir çocuğun komşu kasabadan uzaya fırlatılan roketleri izlediği zamanlarda bizim çocuklarımız (ki kendileri bugün çoğumuzun anne ve babaları oluyor) siyasi kavgaları ve darbeleri izlediler…
Klişe bir tespit olarak “bilim üretilmeyen ülkede bilimkurgu da üretilmez” deniyor olsa da, bilim üretmeyi bilimkurgu üretmeye koşut gören bu görüşten ziyade, bilim üretmenin de belirleyicisi olan esas unsurun, “bilimin yakın coğrafyamızda, kültürümüzde ve gündelik hayatımızdaki yeri ve payının” üzerinden değerlendirme yapmamız gerekir. Bu kriterle değerlendirip sorumuzu “Türkiye’de edebiyatın hangi alanı daha gelişmiştir” diye evirirsek, yanıtımız kaçınılmaz olarak “politik kurgu” olur. Bilimin kültür ve gündemimizden uzak olmasının iki yansıması olduğunu düşünüyorum:
Bunlardan birincisi, bizim insanımızla bilimkurgu arasındaki ilişkinin daha çok “mizah” şeklinde ortaya çıkmasıdır. Sinemadan örnek verirsem herhalde daha iyi anlaşılır: Dikkat ederseniz gişede başarıyla ulaşmış ve hakikaten de tanım gereği “bilimkurgu” diye niteleyebileceğimiz filmler hep komedidir (En yeni ve bilinen seri: GORA, AROG ve Arif V216 gibi). Geçmişe baktığımızda da Uçan Daireler İstanbul’da (1955), Turist Ömer Uzay Yolu’nda (1973) (ki kendisi ilginç bir şekilde Dünya’daki ilk Uzay Yolu filmidir), Sevimli Frankenştayn (1975) ve Astronot Fehmi (1978) gibi bilimkurgu-komedi örnekleri görürüz. Komedi olsun diye yapılmayan Dünya’yı Kurtaran Adam (1982) gibi filmlerinse “komik” olmaktan kurtulamadığı aşikâr. Açıkçası bizim insanımızla bilimkurgunun ilişkisi gerçekten de çok komik ve eğlenceli olabiliyor; ki ben de böyle -senaryolar değil ama- öyküler yazdım. Mesela Tek Kişilik Firar adlı öykü kitabımda yer alan Minibüs Klonu, Firardan Sonra kitabımda yer alan Seksen iki buçuk metrekare ve Cennet-i Sükun öykülerim birer “mizahi bilimkurgu öykü” örneğidir.
İkincisiyse, yerli genç yazarlarımızın öykülerini isteyerek -ya da istemeden- yabancılaştırmasıdır. Derneğimiz FABİSAD’ın (Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği) GİO Hikâye Ödülü ve Türkiye Bilişim Derneği’nin Bilimkurgu Öykü Yarışması için yaptığım jüri üyelikleri nedeniyle yüzlerce ama yüzlerce öykü okuma şansı buldum. Bu öykülerde dikkatimi çeken şeylerden biri, çoğu yerli genç yazarımızın öykülerine yerli karakterleri yakıştıramamasıydı. Elbette bu durum çoğu zaman olağandır: CERN’de ya da NASA’da geçen bir öyküde doğal olarak gerçek durumu yansıtmak ister ve karakterlerinizi bu kurumlarda çalışan vatandaşlardan seçersiniz. Veyahut da uzak bir gelecek tasarlıyorsanız, yerel kültürlerin veya ulusların bir izi ya da önemi kalmamış olabilir. Ancak günümüzde dünyayı uzaylılar istila ettiyse bu sadece batı ülkelerinde olacak değildir. Küresel bir felaket söz konusuysa ABD’deki Rachel’in, Fransa’daki François’nin olduğu kadar buradaki Ayşe’nin ve Hasan’ın da dertleri vardır ve bu dertlerin de birileri tarafından düşlenip anlatılması gerekir. Haliyle bunu yapacak olanlar -veyahut da yapması gerekenler- bizim yazarlarımız olacaktır
Bu tespit ve düşüncelerim nedeniyle, Kızıl Sürgün’de “bilimkurgu” ile “politik” romancılığın yerel bir sentezini yapmaya çalıştım. Olayları geçmişte ya da gelecekte değil, alternatif bir evren ve tarihte, günümüz insanıyla kurguladım.
Kızıl Sürgün bilimkurgusal bir zemin olarak Mars yaşamını ve ülkelerin
oradaki örgütlenmelerini konu alsa da, esasında okuduğunuz Ömür’ün öyküsüdür ve
bilimkurgu Kızıl Sürgün’de sadece arka planı oluşturur. Bu haliyle sadece
bilimkurgu okurunun değil, bilimkurguya uzak edebiyat okurunun da ilgisini
çekeceğini düşünüyorum. Umarım yanılmamışımdır.
[1] Bilimkurgu’nun tarihiyle ve ülkemizde bilimkurguya olan ilginin zaman içindeki değişimiyle ilgilenenler, saygıdeğer Bülent Akkoç ile Açık Bilim’de gerçekleştirdiğimiz Podcast kaydına, Bilimkurgu Kulübü web sitesinde başta saygıdeğer Müfit Özdeş olmak üzere Türk Bilimkurgu tarihiyle ilgili yayımlanmış yazılara, yine bilimkurgu alanımıza katkıda bulunan Kayıp Rıhtım ve FRP NET gibi web sitelerinin yazı arşivlerine bakabilirler.
Arka Kapaktan:
“Kimi gece uyanırsın… Dünya’daymışsın gibi gelir. Sanki hiç buradan ayrılmamışsın gibi. Sanki kafanın içi buradaki bir güne ayarlanmış gibidir. Etrafta gördüğün ne varsa, buradaki bir günün detayıymış gibi gelir sana. Daha yataktan zıplayıp kalkarken yerçekiminin azlığından anlarsın bir tuhaflık olduğunu. Pencereler yüksektedir orada. Ayaklarının ucunda yükselip de perdeni kaldırınca o loş aydınlığın zindan pembeliğine sahip olduğunu görürsün ve rüya bozulur. Nefesin kesilir yani birader… Bildiğin kesilir. Böyle bir ağlayasın, bağırasın gelir. O sırada gökte gördüğün en parlak yıldıza bakar, onu Dünya farz eder, ağlarsın. On kişiden dokuzuna olmuştur bu. Sana da olursa çok paniğe kapılma. Utanma da ağlamaktan. Söylediklerimi hatırla. Bu duygu öğlene kalmaz geçer.”
Kızıl Sürgün, hiçbir işlevi olmamasına rağmen Mars’ta konumlandırılmış bir kamu kuruluşuna tayini çıkan Ömür’ün Mars seyahati öncesinde yaşadıklarını konu alıyor. KIZIL SÜRGÜN, alternatif bir evren ve tarihte günümüz insanıyla kurgulanmış, bilimkurgu arka planına sahip olsa da tüm edebiyat okurlarına hitap eden bir dram. Edebiyat alanında daha çok bilimkurgu öyküleriyle tanıdığınız Tevfik Uyar’ın bu eleştirel romanını elinizden bırakmadan bir solukta okuyacaksınız.
Bir yanıt yazın