BİR KESİM NEDEN MUTSUZ?

Türkiye’de rasyonel ve insancıl bir siyaset yorumu yapmanın imkânsız olduğunu defalarca kez anlamış bulunuyorum. Bu hislerim nedeniyle geçtiğimiz günlerde siyasete ilişkin düşünüp yazma eylemimi asgari düzeye indirmeye karar vermiştim. Bu kararıma da sadık kalmayı düşünüyorum.

Lakin siyaseti hayatımızdan çıkarsak dahi, toplum her zaman gözümüzün önünde duruyor. İster istemez her bir düşünce kırıntısında dahi gözlemlediğiniz olguların nedenlerini sorguluyorsunuz. Bu da sizi tespit yapma ukalalığına sürüklüyor ister istemez.

Kendimizi ne kadar gözlemci yerine koysak da toplumun bir parçası olmaktan tam manasıyla sıyrılmak zor. “Toplum neden mutsuz?” sorusundan “ben neden mutsuzum?” sorusuna geçmeniz doğal… Eğer bu iki sorunun yanıtı arasında bir kesişim kümesi keşfedebiliyorsanız, bunu şu an yaptığım gibi bir tespit ukalalığına dönüştürmek de mümkün. Bu zor sorunun yanıtını bulduğumu iddia ederken gösterdiğim cesaretimi bağışlayın. Bakalım sizi ikna edebilecek miyim…

İnsanın motivasyonu büyük ölçüde yaptığı işin dişe dokunacağına olan inancından kaynaklanır. İş olsun, aile olsun, karnınızı doyurmak için girişeceğiniz basit bir eylem olsun… Tüm bunlardaki motivasyon –gerçekten mümkün olsun ya da olmasın- sonuç alacağınıza olan inancınızdan ileri gelir.

İnsanın iş ve hayat tatminin en önemli bileşenlerinden birisi başarılı olmak ve bu başarıdan ötürü takdir görmektir. Başarı güdüsü, sosyal bir güdü olarak tanımlanır. Toplumda kendine bir rol biçip, o rolü hakkıyla yerine getirmek için uğraş verme güdüsüdür aynı zamanda. Bu yüzden toplumsallaşmanın başat öğelerinden birisidir de.

Karmaşık cümleleri bir kenara bırakıp basitçe ifade edeyim: Eğer bir ülkede insanlar kendilerini mesleklerine adadıkları zaman hak ettikleri karşılığı alacaklarına inanıyorsa, adamaktan hiç vazgeçmezler. Çok çalışmak, yenilik üretmek, kendini adamak ve bununla da başarılı olacağına inanmak, bir insanı işini iyi ve hakkıyla yapması, kendini aşması için motive eder. Ancak geçer akçe bunlar değil de, iyi ilişkiler kurmak, basamakları emmi, dayı, ağabey, parti bağlantılarıyla tırmanmaksa, mesleği iyi icra etmeye yönelik güdülenme ortadan kalkar. Bunlar yerine “neye sahip olduğun değil, kimi tanıdığın önemli” gibi bir anlayış yerleşir. Dolayısıyla gerçekten yetenekli, hevesli ve kendini işine, sanatına adamaya hazır kimselerin sayısı giderek azalırken, şişirilmiş, pohpohlanmış, birilerine konsomasyon yaparak beceriksizliklerini beceri diye satabilenler ortama hakim olurlar. Böyle bir ortamda işin ehillerinin motive olmalarını beklemek fazlasıyla iyimser bir beklenti olur.

Daha büyük resme bakarsak, liyakat sisteminin bulunmadığı ekolojilerde insanların herhangi bir mesleğe sahip olmaları için de gerçek ve geçerli bir neden yoktur. Bu da rahmetli Çetin Altan’ın “mesleksizlik” diye tarif ettiği duruma yol açar: İnsanlar bir meslek sahibi olup, onu sevip, kendilerini ona adamak yerine, bir kaç parça gayrimenkul elde edip kalan ömürlerinde onun kirasını yiyerek geleceklerini nasıl garanti altına almayı arzu ederler. Türkiye’de bir iki gayrimenkul elde ettiğinde artık tamamen rahata ereceğini düşünmeyen ve bunu istemeyen çok az insan vardır. Kendinizi mesleğinize adasanız, somut bir ilerleme kaydetseniz bile karşılığını alamama riskiniz çok yüksek olduğu için ömrünüzü sigortalamak istersiniz. Bundan doğal bir şey yok… Deprem sigortasını da bu nedenle yaptırıyoruz.

Belki de bu nedenle bir sanatçının, bir bilim insanının böyle bir ekolojide motive olma şansı çok düşüktür. Yabancı dil bilmeyenleri, ülkeleriyle sınırlı coğrafya içerisinde sıkışıp kalacaklarını düşündüklerinden , sadece çalışarak ve iyi başarılı olamayacaklarına dair –bence haklı- bir ümitsizlik taşırlar. Övündüğümüz bilim insanlarının gelişmiş ülkelerin üniversitelerinden çıkması sadece imkan meselesi değildir. Sanatçılarımızın da hayallerinde başka ülkelere gitmek olması da, başarılı olanlarınsa zaten bir şekilde çoktan başka ülkelerde yaşamanın yollarını bulmuş olanlardan çıkması da hepimiz tarafından olağan karşılanmıyor mu? (ki zaten henüz gitmeyenleri de sevmediğimiz laflar ettikleri için kovmakta bir beis de görmüyoruz, anladığım kadarıyla).

Sadece sanat ve bilim gibi, salt motivasyonel faktörlerle icra edilen mesleklerden örnek vermeyeyim: Benzer şekilde, bir mühendisin ya da bir iktisatçının yerli bir şirkette değil de “uluslararası şirkette” kendini daha güvende hissetmesinin esas nedeni muhtemelen budur, zira o uluslararası şirkette yeterince çalışır ve başarı gösterirse ödüllendirileceğine dair pek kuşkusu olmaz. Sadece kendisinin değil, tüm çevresinin de kanaati bu yöndedir. Bunun “uluslararası şirketlerin sağlam finansal yapıları sayesinde daha güvenilir olduğu” ile açıklanabileceğine dayanarak itiraz edebilirsiz; ancak çok büyümüş ve globalleşmiş olarak addettiğimiz yerli sermayeli şirketlerimizde dahi dönem dönem konjonktürel “eleman alımları” ya da “temizlikler” olduğunu hepimiz biliriz ve böyle şirketlere torpilsiz adım atmanın zor olduğunu sadece ben değil, sokaktaki herhangi birine sorsanız o da söyler.

Özetlemek gerekirse; ne ekonomik potansiyelimiz, ne entelektüel sermayemiz, ne de bizim insanımızın daha gelişmiş toplumlardan önemli bir farkı yoktur. Fark sistemin kendisinde, motivasyon yaratma başarısında yatıyor. Başta da söylediğim gibi; insanlar çalıştıkları zaman meyvelerini toplayacağına inanmazlarsa çalışmaya motive olmazlar. Bu da kendini ancak çalışarak ortaya koyabilen türden insanlar için derin bir depresyona, bunalıma karşılık gelir ve bu türden insanlar için “iş tatmini = hayat tatmini” olduğundan derin bir mutsuzluk hissi kaçınılmazdır.

Heves öldüren, yetenekleri körelten bu durum sürdüğü müddetçe çukura yuvarlanmak olağandır.


Yorumlar

“BİR KESİM NEDEN MUTSUZ?” için 2 yanıt

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir