Seçim otobüslerinin yarattığı gürültü kirliliği malumdur. Mitingler için kapanan yolların yarattığı sıkıntı da öyle. Bu kirlilik ve sıkıntılara maruz kalan bir insan olarak “Acaba seçim otobüslerinin, mitinglerin gerçekten de seçmen davranışı üzerinde bir etkisi oluyor mu” diye günlerdir düşünüyor, düşüncelerimi organize etmek için de bir yazı yazmaya niyetleniyordum. Ve nihayet bugün Dr. Emre Erdoğan’ın kaleme aldığı, İlker Küçükparlak’ın paylaşımı sayesinde gördüğüm “Seçmen Aşka Gelirse” adlı yazı bendeki tetiği çekti.
Öncelikle fikrimi söyleyeyim: Mitingler iletişim olanaklarının arttığı çağımızda bir bilgilendirme aracı olarak eskisi kadar değil; fakat bir gövde gösterisi olarak önemini koruyor. Zaten böyle olduğu için de partiler mitinglerinin ne kadar kalabalık olduğunun fotoğrafını paylaşıyorlar ve kendilerinin ne kadar kalabalık bir kitle tarafından onandığını -kimi zaman photoshop kazaları yapacak şekilde hatta- ortaya koymaya çalışıyorlar. Öte yandan yine siyasi söylemlere sıklıkla giren, “X şahsı Y şehrinden öteye gitmez, gidemez!” tarzı iddialardan anlayacağımız üzere, mitingler bir partinin bölgeye önem verme derecesinin bir göstergesi olarak algılanıyor veya sunuluyor. Bilgilendirme aracı olarak da, sadece TRT’nin izlendiği Anadolu bölgelerinde en azından muhalefetin derdini anlatmasına yarıyor olabilir, fakat seçmen davranışını ne derece değiştirdiği soru işaretidir. Zira Türkiye’de araştırma şirketleri genelde partilerin tahmini oy oranlarını ölçüyorlar. Kararsız seçmenleri de anca “dağıtıyorlar”. Kararsız seçmene “peki hangi partiler arasında kararsızsınız?” ve “ne olursa kararınız kesinleşir?” gibi sorular yöneltilmiyor.
Seçmen davranışlarını analiz eden pek çok siyasal bilimler araştırması var elbet. Ben bu yazıda bir miktar “tüketici davranışları” ile ilişki kurmak istiyorum. Bunu yaparken dayanacağım bir kuramsal zemin de mevcut: Siyasi partiler, “ülkeyi yönetmek için bir süre yetki vermemiz” dışında, kâr amacı olmayan örgütler gibidirler. Yani dernekler ve vakıflardan pek çok açıdan farkları yoktur. Nasıl ki bir işletme size ürün ve hizmetlerini verir ve sizden paranızı isterse, dernekler de size amaç ve dava vererek zamanınızı ve emeğini ister. Aynı mantığı siyasi partilere uygularsak; size dava sunarlar, sizden oyunuzu, yakınlarınıza propaganda yapmanızı, -eğer üye olacaksanız da zamanınızı ve emeğinizi- isterler. Dolayısıyla satın alma davranışı ile oy verme davranışı arasında paralellik kurmamız mümkündür.
Tüketici davranışları “sınırlı rasyonellik” içerir. Herbert Simon’un 1950’lerin sonunda iktisat alanına kazandırdığı bu kavrama göre “Tüketiciler karar verirken tam olarak bilgi sahibi değildirler. Sınırlı bilgiye dayanan sınırlı bir rasyonellikle hareket ederler”. Zatenbizler ilk başta büyük ümitlerle satın aldığımız ürün ve hizmetlerin daha sonra beklentilerimizi karşılamadıkları zaman, aslında alırken aslında her özelliğine dikkat etmediğimiz ya da ihtiyaçlarımızı iyi belirleyemediğimizi anlayarak bunu tecrübe ederiz. Emre Erdoğan da bu durumu oy verme davranışıyla ilgili olarak şu cümlelerle ifade ediyor:
Seçmenimiz bütün parti programlarından, o programların kendisine ne kazandırıp ne kaybettireceğinden ya da kendi çıkarının ne olduğundan emin olacak ve bu hesaplamaları salim kafayla gerçekleştirebilecek bir makine değil ne yazık ki… …Duygusal seçmenimiz yarışan partileri, siyasetçileri, vaatleri ya da programları karşılaştırmaz; sadece hislerini dinler ve kalbinin attığı yönde oy kullanır. Seçmenimiz kararını uzun süreli değerlendirmeler sonucunda değil, saniyenin binde biri kadar bir sürede verir. Yapılan bazı çalışmalar, seçmenin diğer bütün faktörleri unutarak sadece adaylar arasından kendisine “yetkin” gözükeni tercih ettiğini gösteriyor..
Erdoğan, seçmen davranışında kimliğin ve duyguların daha belirleyici olduğunu söylüyor. Bu doğrudur; nitekim saha araştırmaları da bunu kanıtlıyor. Öte yandan siyasi kimliği neyin oluşturduğu ve siyasal katılıma etki eden duyguların hangi duygular olduğu sorusu geliyor gündeme. Erdoğan kimlik hakkında şunları söylüyor:
Kimliklerin nasıl oluştuğuna baktığımızda, öncelikle ailenin daha sonra da okulun önde gelen belirleyiciler olduğunu görüyoruz. ABD gibi ülkelerde üç nesildir Demokrat ya da Cumhuriyetçi bulmak mümkün de, ülkemiz gibi demokrasinin sık sık kesintiye uğradığı ülkelerde parti kimliğinin aileden miras alınması imkânsız. O zaman, diğer kimlikler devreye girmekte ve seçmenler ailelerinden miras almamış olsalar da, kendilerine yakın hissettikleri partilere yönelmekte.
Bu ifadenin ilk yarısına katılmıyorum. 1970’lerden itibaren gelişmiş ülkelerde egemen olmaya başlayan “yeni toplumsal hareketler” de, 1970’lerden önce var olan “sınıf temelli kimlikler” de Türkiye’de kendine yer bulmuş değildir. Bu yüzden aksine Türkiye’de kimliklerin oluşmasında aile -ve yakın çevre- epey etkindir. Demokrasi sıklıkla kesintiye uğrasa da Türkiye’deki kimlikler genelde aile içinde sürekli yeniden üretilir. Bu yüzden aslında partiler değişse de “Muhafazakar”, “Atatürkçü” gibi, cumhuriyet sonrası alt ideolojilerin mecliste temsil edilme oranı kolay kolay değişmez. Üstelik bu süreklilik siyasi partilerce de somutlaştırılır: Örneğin AKP kendisini Adnan Menderes ve Turgut Özal’ın devamı olarak gösterirken CHP de köklerinin Atatürk ve İsmet İnönü’ye bağlı olduğunu vurgular.
Geçmiş seçimlere bakıldığında aileyle, köklerle ve yakın çevre etkisiyle üretilen bu kimlik Türkiye’de sadece “eğitimle” veya “ticari ilişkilerle”, oy verme davranışıysa kimlikten bağımsız olarak “tepki vermek amacıyla” değişiyor gibi görünüyor. Kimliğin eğitimle değişmesinin nedeni sınırlı rasyonellikten rasyonelliğe geçiş, ticari ilişkilerle değişmesinin nedeni de Türkiye’de iktidarların refahı kendi destekçilerine yayma eğiliminden kaynaklanması, iş dünyasının siyasi konjonktürü fırsata çevirme arzusu (gündelik dilde “rüzgar nereden eserse…) diyebiliriz. O halde tüketici davranışları üzerinden analizimize devam edersek, küçük bir kitle dışında, Türkiye’deki genel seçmen davranışının hala büyük ölçüde “Siz hala annenizin margarinini mi kullanıyorsunuz?” sloganıyla vurgulanabilecek düzeyde olduğunu söylemek yanlış olmaz. Annenizin margarinini kullanma nedeniniz, annenizden başka bilgi kaynağına başvurmamanız ve onun tecrübelerine güvenmeniz demektir. Siyasal katılımda da böyle olmasının nedenleri basittir aslında: DESAM 2014 raporuna göre AB ülkelerinde kitap okuma oranları %21 iken Türkiye’de 0,01. Türkiye halkı altı saatini TV’ye, üç saatini internete ayırıyor. Basın İlan Kurumu’nun araştırmasına göre Almanya’da gazete okuma oranı %62 iken Türkiye’de sadece %8. Görünen o ki annemizin margarininden başka margarine yönelme durumu zaten yok, çünkü başka margarinin nitelikleri hakkında bilgi alınmadığı gibi alınsa dahi bunu değerlendirecek “rasyonellik” oluşmuyor.
Elbette bu fikre internetin de iyi bir bilgi kaynağı olduğu gerekçesiyle itiraz edilebilir. Fakat internet iyi bir bilgi kaynağı olduğu kadar kötü bir bilgi kaynağıdır da. Bireysel yayıncılar dünyasına dönüşen internette bilgi üretimi üzerinde denetim olmadığından “sınırlı rasyonellik” sahibi olup, daha fazla rasyonel olmaya çalışmayan insanlar hem internete taşınan siyasal gazetelerin hem de bireysel yayıncıların propagandasına çok açıktırlar. Üstelik internetin seçmen davranışını değiştirmek bir yana, insanları görüşlerinde daha da şahinleştirmesi muhtemeldir (Açık Bilim’de yazdığım “Sosyal Medya Şahinleştiriyor mu?” adlı yazımda bu hususu irdelemiştim).
O halde Türkiye’de insanlar ailelerinden aldıkları kimlik her neyse onu sürekli sürdürecek, dolayısıyla da seçimlerden hep aynı ortalama sonuçlar mı alınacak? Kısmen evet, kısmen hayır.
Evet; zaten öyle de oluyor. Tarih pek az şeyi değiştiriyor. AKP’nin başarısı temsil ettiği ideolojide güçlü bir alternatif olmamasından ileri geliyor (Eskiden merkez sağın yönelebileceği alternatiflerin sayısı fazlaydı. AKP ise rakipsiz.)
Hayır, çünkü bilgi kaynakları sınırlı, rasyonelliği sınırlı bir seçmen kitlesi sözkonusu olsa bile yaptığı seçimin sonuçlarını ekonomik durumun değişmesiyle rasyonalize ederler. Sıklıkla dile getirildiği üzere, Türkiye’de ekonominin seçim sonuçlarını belirleme potansiyeli bulunuyor. Zaten tarihte Türk seçmeninin “tepki oyu” verdiğine şahit olunmuştur. Erdoğan da ekonomi ile seçmen davranışı arasındaki geçmiş verileri şu cümlelerle ifade ediyor:
Ekonomik oy verme kuramı, seçmenin en azından bir önceki iktidarı cezalandırmakta elini sakınmadığını gösteriyordu. AK Parti’nin büyük ölçekte küresel şartların da yardımıyla başarıyla yönettiği ekonomik büyüme 2007 seçimlerinde de bu kez seçmenin yaşam koşullarını iyileştiren iktidarı ödüllendirmekte bonkör olduğunu ortaya koydu…
Öte yandan Erdoğan, 2011 seçimlerinde kötü olan ekonomik durumun seçimlere etki etmediğini, seçmenin bilinmeyen etkilerle hareket ettiğini, bunda da muhtemelen parti sempatisinin etkili olduğunu da söylüyor. Bir noktaya itirazda bulunabilirim: 2011’de göstergeler ülkedeki ekonomik krizi işaret etmeye başlasa da bunun sokağa yansıması sözkonusu değildi. Başından beri söylediğimiz üzere, rakamlar ve rakamların gösterdiği gelecek seçmenin ilgilendiği veriler değildir; bu konuya deneyimsel yaklaşır.
Ancak şu noktaya da katılırım ki, seçmenin ekonomik durumu bozulsa da parti sempatisi algıyı değiştirebilir. Karizmatik otoriteye* fazlasıyla prim veren, demokrasiyle ilgili algısı sadece sandıkla ilgili olan genel seçmen profili, daha iyi hatip olan, yetkeyi daha fazla kullanan liderlerden etkilenir. Algı sempati duyulan nesneye ya da şahsa torpil geçer. Karizmatik otorite etkisi altındayken olumsuzlukları karizmatik lidere değil, şansa, kadere, duruma, sahici olmayan dış mihraklara bağlamak mümkündür. Örneğin gezi olaylarında borsadaki düşüş ve dolardaki yükseliş nedeniyle tepki verenler, Tayyip Erdoğan ve Merkez Bankası arasındaki tartışmanın benzer ekonomik olumsuzlukları hakkında aynı yorumu yapmaktan kaçınırlar.
Bu durumu tüketici davranışıyla ilişkilendirirsek, aldığınız ve almaktan övünç duyduğunuz ve başkalarına da övdüğünüz bir ürün kötü çıkıyorsa, bu ürüne yaptığınız yatırımın kötü bir ürün olduğunu kolay kolay kabul etmek istemezsiniz. Tutarlı gözükmek için özellikle de başkalarının gözü önündeyken hâlâ o margarini satın almaya devam etmelisiniz. Bir de kötü sonuçlar için suçlayabileceğiniz başka bir faktör de varsa, “bilişsel tutarlılık” ilkesi yerine gelir, ve yanlış yaptığınızı itiraf etmek yerine suçu diğer faktörlere kolaylıkla yüklersiniz. Türkiye’deki mevcut iktidarın ideolojik söylemleri destekçileri için yeteri kadar faktör sunabiliyor: Türkiye’nin kıskanılması, Türkiye’nin engellenmeye çalışılması vb. iddialar Türkiye’yi yeniden bölgesel bir lidere dönüştürme, “ecdanın şanlı durumunu yeniden üretme” iddiasındaki bir parti ve onun ideolojisiyle uyumludur.
Zaten belki de bu yüzden ana muhalefetin sadece iktidarı eleştiren bir söylemi bırakıp, hem ekonomik olarak sıkıntı çekmeye başlayan kitlede cazibe yaratacak, hem de “Kıskanılacak bir Büyük Türkiye” hedefine yönelik projeler üretmesi, özellikle kararsız seçmenler üzerinde eskisinden daha etkili oldu.
Sonuç
Sanırım mevcut ekonomik sıkıntılar başka faktörlere yüklenebilecek kadar hafif olmakla birlikte “geçici bir durum” olarak algılanıyor. Siyasal kimliğini ailede edinen, sınırlı rasyonelliğe sahip Türk seçmeninin margarinini değiştirmesi için içinden fare kuyruğu çıkması kadar ciddi bir olumsuzlukla karşılaşması gerekiyor gibi görünüyor.
Bu yüzden beklentimi soracak olursanız, ekonomik kriz derinleşmedikçe Türkiye’deki alt ideolojilerin kemik destekçilerinde bir oy kayması olmayacak, en azından bu seçimde resimdeki olası bir büyük değişimi kararsızlar yaratacaktır. Bildiğiniz üzere bu değişim de şu günlerde %10 seçim barajı ve HDP dolayısıyla “A ile B berabere kalır, C de iki farklı galibiyet alırsa” benzeri matematik hesaplarına bağlı.
Bir yanıt yazın