Şimdi ıssız bir adaya düşecek olsanız siz yine aynı siz olur muydunuz? Ya da üç yıldır bir dağ köyünde yalnız yaşıyor olsa idiniz, alışkanlıklarınız ve huylarınız şimdiki gibi mi olurdu?
Daha güncel bir soru soralım: Yanlış olduğuna, haksızlıkta bulunulduğuna ve insani olmadığına adınız kadar emin olduğunuz bir olayın savunucularının bulunduğunu görerek hayrete düşüyor musunuz?
Hepimiz muhtemelen tahminlerimizin ötesinde bir sosyal etki altındayız. Sosyal etkiler çeşitlidir: Mahalle baskısı, sosyal uyum, itaat, toplumsallaşma veya gruplaşma… Sosyal etkiyi kısaca tanımlayacak olursak, bir bireyin düşüncelerinin, davranışlarının, alışkanlıklarının ya da duygularının başkası veya başkaları tarafından etkilenmesi olduğunu söyleyebiliriz.
Sosyal etki çok çeşitli şekillerde ve boyutlarda gerçekleşebilmektedir: Seyirci sayısı çokken heyecandan daha düşük (ya da yüksek) performans gösteren bir lise basketbol oyuncusu, bir taraftar grubuna girmekle birlikte daha fanatikleşen ve hatta şiddete yönelen bir taraftar, sırf onay görmek için yanlış olduğuna inandığı bir şekilde davranan genç… Tüm bunlar sosyal etki altında kalmış bireylere birer örnektir. Ancak biz bu yazımızda Asch Paradigması olarak da anılan sosyal uyum konusuna eğileceğiz.
Asch Uyum Deneyleri
Sosyal uyum, bireylerin durum, davranış ve inançlarını grup normlarına göre değiştirdikleri bir sosyal etki biçimidir. Asch Paradigması olarak da anılır. Böyle anılmasının nedeni, 1950’li yıllarda Polonyalı Psikolog Solomon Asch’in gerçekleştirdiği bir dizi deney ile ortaya konmuş olmasıdır.
Aslında sosyal uyuma yönelik ilk deneyler 1936 yılında Türk Psikolog Muzaffer Şerif tarafından o sırada doktorasını yapmakta olduğu Columbia Üniversitesi’nde otokinesis fenomeni kullanılarak yapıldı. Otokinesis, çoğumuzun da tecrübe ettiği gibi, karanlık bir ortamdaki ışık kaynağının hareket ettiğine yönelik göz yanılsamamızı ifade eder. Şerif’in denek grubu laboratuvarda karanlık bir ortama alındı, noktasal bir ışık kaynağının yaklaşık 5 metre önünde konumlandırıldı ve her bir denekten ışık kaynağının ne kadar hareket ettiğini tahmin etmeleri istendi. Aslında ışık kaynağı hareket etmedi; fakat denekler otokinesis etkisi yüzünden hatalı bir algıyla kaynağın 20 cm’den 80 cm’e kadar değişen bir aralıkta hareket ettiğini tahmin ettiler. İlginç olan şey aynı insan grubunun deneyin tekrarlandığı ikinci günden dördüncü güne dek yanıtlarının giderek birbirine benzemesi ve en nihayetinde aynı yanıtta buluşmuş olmalarıydı. Gruptaki insanlar aslında olmayan ama olmadığını da bilmedikleri yanılsamalı bir algının sayısal değeri üzerinde mutabık olmuşlardı ve deney bu hayret verici sonucu nedeniyle sosyal psikoloji açısından önem kazanarak tarihe geçmişti.
Solomon Asch ise bu deneyden 25 yıl sonra grup normlarına yönelik yeni deneyinde konuya çok farklı bir perspektiften yaklaştı ve kendi adıyla meşhur olan deneylerinden ilkini 1951’de gerçekleştirdi. Asch ilk deneyinde Swarthmore Yüksekokulu öğrencilerinden tamamı erkek olan sekiz kişilik bir grupla çalıştı. Bu gruptakilerin yedisi, Asch’in asistanıydı ve işbirlikçiydi. Sekizinci kişi olan gerçek denek diğerlerinin işbirlikçi olduğunu bilmemekte, kendisi gibi birer denek olduklarını sanmaktaydı. Aşağıdaki videoda ve yandaki resimde de görüldüğü gibi, Asch gruba üçü A, B ve C olarak işaretlenmiş üç adet çubukla birlikte bir adet de işaretsiz bir çubuk göstermekte ve bu işaretsiz çubuğun A, B, C çubuklarından hangisi ile eşit boyda olduklarını sormakta ve tüm katılımcılardan sesli olarak yanıtlamalarını istemekteydi.
Deneyde toplam 18 kez soru soruluyor, yani 18 kez farklı çubuklar gösterilerek karşılaştırma sonrasında hangi çubuğun boyunun eşit olduğunun ifade edilmesini istiyordu. İşbirlikçilerin hepsi sırayla ve sesli olarak sorulan soruya yanıt veriyordu, ancak bu 18 sorudan 12’sinde işbirlikçiler, sorulan soruya ağız birliği içerisinde özellikle yanlış yanıt vermekteydiler. Sıra gerçek deneğe geldiğinde Asch paradigması ortaya çıkmaktaydı: Gerçek denek, yanlış olmasına karşın grubun yanıtını tekrarlamaktaydı.
[youtube http://www.youtube.com/watch?v=qA-gbpt7Ts8&w=480&h=360]
[Yukarıdaki video bir Asch deneyinden alınmış görüntüleri içermektedir. İlk etapta tepki veren deneğin daha sonra nasıl bir stres altında ne şekilde davrandığına dikkat ediniz.]
Asch’in ilk deneylerinde katılımcıların %75’i en az bir soruda yanlış yanıt vererek grup yanıtına uymayı tercih ettiler. Yani kimi denekler –kimi zaman– diğerlerinin verdiği yanıtın yanlışlığı bariz bir şekilde ortaya olmasına rağmen aynı yanıtı tekrarladılar. %25’i ise her ne olursa olsun doğru yanıtı vermeyi tercih etmişti, fakat bu doğrucu grubun da zaman zaman şüphelendiği, strese girdiği ve vazgeçmek istediğine de şahit olunmuştu.
Asch deney sonrasında deneklerle mülakat yaparak bu paradigmanın zemininde yer alan mekanizmaları çözmeye çalıştı. Bu mülakatlardan çıkan sonuca göre gruba uyanların çok küçük bir kısmı kendi algılarında bir problem olduğunu düşünerek bu şekilde davranımışlardı. Öte yandan büyük bir çoğunluğu ise yargılarına güvenememiş ve “belki de diğerleri haklıdır” diyerek kendi kararlarından vazgeçmişlerdi. Yine çok küçük bir kısmı ise “doğru yanıtın verdiğim yanıt olmadığına emin olmama rağmen grup ile ayrı düşmek istemedim” demişti.
Deneyin varyasyonları ve sonuca etkiyen diğer parametreler…
Asch karşılaştığı bu fenomen üzerinde daha fazla araştırma yapmaya karar verdi ve 1952’de deneyi biraz daha değiştirdi. 12’si yanıltmacalı 18 olan soru sayısını 7’si yanıltmacalı olan 12 soruya düşürdü ve bir adet gerçek denek daha ekledi. Ortamda başka bir deneğin bulunması ya da doğru yanıt vermeye programlanmış başka bir işbirlikçinin bulunmasının sosyal uyum etkisini azalttığını tespit etti. 1955 yılında 3 farklı üniversiteden 123 kişinin katıldığı, ve yedi ila dokuz kişiden oluşan grupların yer aldığı bir başka çalışma daha gerçekleştiren Asch, 1956’da deneyini yine 123 kişiyle tekrarlayarak farklı parametrelerin sosyal uyum üzerindeki etkilerini inceledi.
Mesela daha önceki deneylerde yanlış yanıt veren çoğunluk yedi kişilikti (bu kişileri artık “çoğunluk” diye anacağız) ve denek bu çoğunlukla birlikte deneye giriyordu. Asch çoğunluk sayısının miktarıyla oynadı; çoğunluk bir veya iki kişiden oluşurken sosyal uyum çok düşük oluyordu. Bu sayı üçe çıktığında değişim bariz bir şekilde gerçekleşiyor, sosyal uyum yüksek miktarda artıyordu. Üçten büyük sayılarda belirgin bir artış görülmemesi üzerine Asch grup normlarının algıya müdahalesi için yeter sayıyı üç olarak belirledi. Ancak Asch deneyi daha sonra o kadar çok tekrarlandı ki, bu kritik sayının ne olduğu sorusuna yanıt verebilmek için elde daha çok veri birikmeye başladı. 1980’lerde yapılan yeni çalışmalar ve geçmişe dönük metaanalizler sosyal uyumun sabit bir üç sayısıyla ilişkili olmaktan çok çoğunluk sayısına bağlı bir S-tipi büyüme eğrisi modeline uygun olarak arttığını gösterdi.
Yine 1996’da geçmişteki tüm uyum deneylerini inceleyerek bir meta-analiz çalışması gerçekleştiren Bond ve Smith ülkelerin kültürel özellikleri ile uyum oranlarını karşılaştırdı. Bond ve Smith’in çalışmasına göre ABD’de tekrarlanan Asch uyum deneyleri incelendiğinde 1950’den meta-analizin yapıldığı 1996 yılına kadar sürekli olarak uyum oranları düşüş gösteriyordu. Bu durum tüm dünyadaki demokratikleşme hareketleri sonucunda farklı fikirlerin dile getirilme cesaretindeki artış ve eleştirilme korkusundaki düşüş ile açıklanabilir. Öte yandan 17 ülkeden 133 çalışmanın incelendiği araştırmada sosyal uyum oranları ile ülkelerin bireysellik / toplumsallık derecelerinin birbiriyle ilişkili olduğu gözlendi. Yani toplumsallığın daha yüksek olduğu gelişmemiş ülkelerdeki deneyler bireyselliğin yüksek olduğu ülkelerdeki deneylere göre anlamlı bir şekilde daha yüksek uyum oranları içeriyordu.
Asch deneyi tekrarları daha bir çok parametrenin sosyal uyum üzerindeki etkisini anlamaya çalıştı. Sözgelimi 70’lerin sonlarında cinsiyet farklılıklarının sosyal uyuma olan etkisini araştırmak üzere yapılan çalışmalar kadınların erkeklere oranla daha fazla sosyal uyum gösterdiklerini ortaya koydu. Ayrıca deneğin yanıtlarını sözlü ya da yazılı verme seçeneklerinin yarattığı etki de araştırıldı. Bu araştırmalara göre deneklerin yanıtını sözlü olarak değil de yazılı olarak verdiği Asch deneylerinde sosyal etki ciddi derecede düşüyordu. Bu yöntem değişikliğinin özellikle doğru yanıtı bilmesine ve kendi fikrine güvenmesine karşın grupla ters düşmemek için onların verdiği yanıtı veren denekler üzerinde etkili olduğu düşünülüyor.
Asch deneyleri insan ve toplum ilişkisi hakkında tuhaf sonuçlar ortaya çıkardığından bilim dünyasında sıkça tartışılagelmiştir. Herkes Asch ile aynı şekilde düşünmüyor: Kimi düşünürler Asch paradigmasının sosyal etki olmadığı yönünde karşı görüş belirtiyorlar. Bu düşünürlere göre her ne kadar başkaları sebebiyle yanıtlarını değiştirmiş olsalar da sonuç itibariyle denekler doğru yanıtı bilmektedir ve olan biten bir sosyal etkiden ziyade, grupla tutarlı olma arzusundan başka bir şey değildir. Kendini konumlandırma (self categorization) bireyin kendisini belli bir gruba ait görmesi ve o grubun norm ve değerlerini kabul etmesidir. Çoğunluğun yanlış yanıt veriyor olması kişilerin algısını değiştirmediğine göre, bireylerin bile bile yanlış yanıt vermeleri bir kendini konumlandırma etkisidir.
Sonuç
Dışarıdan baktığımızda Asch deneyinin sonuçları hayret verici gibi görünebilir. Eğer deneklere deneyin mahiyeti açıklanmasa idi, algılarına ya da muhakemelerine güvenmeyenler ve bu yüzden gruba uymayı tercih edenler muhtemelen gerçeğin herkesin verdiği yanıt olduğunu sanarak deney binasından ayrılıp gideceklerdi.
Bu çerçeveden bakıldığında sahip olduğumuz pek çok düşüncenin gerçekten kendi bilgi ve inançlarımızdan örülü olup olmadığını anlayabilmenin zor olduğunu düşünebiliriz. Zaman zaman belki de kendimize sormak gerekiyor: Sahip olduğumuz tüm düşünce ve inançlar sadece kendimize mi ait? Onlara kendi aklımız yoluyla, bilinçli bir şekilde mi ulaştık? Yoksa çevremizdekilerin düşünce ve inançlarını mı dile getiriyoruz? Acaba bir hususta yargıya varırken gerçekten algıladığımızı mı söylüyoruz? Yoksa grubumuzun normlarını mı dile getiriyoruz?
Birbirinden bariz bir biçimde boyut farkı bulunan üç çubuk için yargıda bulunurken dahi kasıtlı ya da kasıtsız “yalan” söyleyebilen insan, gözle görülür bir ölçüte sahip olmayan sosyal konularda acaba kendini nasıl kandırabiliyor?
Asch deneyini düşününce haksızlık ya da saygısızlık içeren pek çok olayı haklıymış gibi algılayan ya da bunu bu şekilde dile getirenlerin hangi etkiler altında bunu gerçekleştirdiğini anlayabiliyoruz. Asch deneyinde de görüldüğü gibi: Miktarı değişmekle birlikte deneklerin %75’i en az bir soruda yanlış yanıt verererek gruba uymayı tercih etmiştir ve ancak %25’i her soruda, her ne olursa olsun doğru yanıtı vermeyi tercih etmiştir.
E… Ne diyelim: Göz yanılır, dil yalan söyler.
İlkyayın:
Açık Bilim Dergisi, “Algıdır Yanılır Dildir Yalan Söyler” – Ağustos 2013.
Meraklısına:
Dergimizde daha önce sosyal etkiye dair yayınlanmış diğer yazılara göz atmak isterseniz Ömer Cansızoğlu’nun anonimleşme hakkında kaleme aldığı Seyirci Kalmanın Anatomisi: Hello Kitty, Işıl Arıcan’ın itaat hakkında kaleme aldığı Otoriteye İtaat ve Ötekileştirme ve benim kaleme aldığım Ayakta Alkış ve Mahalle Baskısı etkilerini içeren Filmler Neden Cuma Günü Vizyona Girer? adlı yazılara göz atabilirsiniz.
Kaynaklar:
– BOND Rod, Peter B. Smith, “Culture and Conformity: A Meta-Analysis of Studies Using Asch’s ( 1952b, 1956) Line Judgment Task”, Psychological Bulletin (1996), Vol. 119, No. I, 111-137
– Muzafer Sherif, http://www.muskingum.edu/~psych/psycweb/history/sherif.htm
– Wikipedia, “Asch Conformity Experiments” maddesi.
Bir yanıt yazın