Toprağa su yürür…
Toprağa yalın ayak.
Ve insan elbet bir gün anlayacak:
Toprak insanın.
Toprak da yalın ayak.
Tevfik Uyar
Tarih: 2250, Yer: Zamonia’da Bir Okul
Öğretici sınıfın kapısında belirince az önce gürültülü bir şekilde yaramazlık yapan on iki çocuk bir anda susuverdi. “Varkalım Tarihi” dersi öğretmeni Aldebaran Sorgun biraz bekledikten ve sınıfı süzdükten sonra kafasını hiç çevirmeden kürsüsüne yürüdü. Yine hiç kimseyle göz teması kurmadan sanal sahnenin düğmesine bastı. Sınıfta konuşlandırılmış üç adet hologram motoru çok tiz bir sesle çalışırken dersin konusu sınıfın ortasında üç boyutlu olarak beliriverdi: “Bilgi Çağı Çöküşleri”.
Aldebaran Hoca, öksürerek genzini temizledi ve “İnsanların daha önce kültürel kimliklerine göre millet denilen kümeler halinde örgütlendiğinden ve bunlarında devlet adı verilen biçimsel kurumlar içinde yaşadıklarından bahsetmiştim. Şimdi size MÖ 6. Yüzyılda ilk yazılı anıtları ile tarih sahnesine çıkan, çeşitli imparatorluklar kurduktan sonra coğrafyalarındaki kaynakları hızla tükettikleri ve çağa ayak uyduramadıkları için MS 22. Yüzyılda tarih sahnesinden tamamen silinen bir milletten bahsedeceğim. Bilgi çağı olarak adlandırılan önceki çağda gerçekleşmiş pek az çöküşten birisi olduğu için bu konu önemli. Sınavda kesin sorarım, o yüzden zihin çiplerinizi iyi açın.” diyerek bir girizgah gerçekleştirdi.
Herkesin dinlemeye, kaydetmeye ve anlamaya hazır olduğundan emin olduktan sonra dersine başladı.
Sorgun, bir saat boyunca neredeyse nefes almadan konuştu. Anlattıklarına göre önceleri bu ülke neredeyse kendi başına yetebilecek kadar üretken, toprakları verimli bir ülke idi, ancak ne acıdır ki art arda gelen yönetimler, zaman zaman kendilerine de çıkar sağlamak üzere ülkenin her yerinde önce toprağa sonra doğaya onulmaz zararlar vermiş, ormanları yok etmiş, akarsuları kurutmuş, yakılan ve yıkılan bu alanlara dev tesisler, verimsiz santraller inşa edilmesine izin vermişti. Ulus Devletler Çağı’nın son zamanlarına doğru ülkenin doğal zenginlikleriyle meşhur olan pek çok bölgesi betona ve çöle dönmüştü. O dönemde pek çok ülke üretimi halinde açığa zehirli atık çıkaran fabrikaları topraklarında istemiyorlardı. Bu ülkede iktidara sahip olanlar çıkar ve rant amacıyla küresel işletmelerin zehirli atık üreten fabrikalarını birer birer bu ülkeye kaydırmalarına imkân vermişlerdi.
Tüm bunların doğal bir sonucu olarak bir süre sonra hava ve su ileri derecede kirlenmeye uğramış, insanlar çok ciddi hastalıklarla burun buruna gelmişti. Toprağın da kirlenip verimsizleşmesiyle tarım yapamaz hale gelen halk roket gibi fırlayan gıda fiyatları karşısında iyice ezilmiş, gıda üretimi neredeyse sıfıra indiğinden bir süre sonra da kıtlık baş göstermişti. Zaten sayıları giderek artan fabrikalarda birer birer ucuz işçiye dönüşen halk sağlığını kaybedip, kıtlıkla da yüzleşince kitlesel olarak kırıma uğramaya başlamıştı. İmkanı olanlar diğer ülkelere yasal ya da yasadışı olarak göç etmişler, kalanlar ise bir süre sonra hayatlarını ve kimliklerini tamamen kaybetmişlerdi.
Öğrencilerin pek çoğu şaşkın, kaşlarını kaldırmış, hocalarının ağzından çıkacak bir cümle daha için sabırsızca bekleşiyorlardı. Aslında Aldebaran Hoca bu dramın bu kadar ilgi çekeceğini tahmin etmemişti, o yüzden böylesine önemli bir konunun öğrencileri bu denli cezbetmiş olmasından memnundu.
Her zaman yaptığı gibi ayağa kalktı ve kaşlarını kaldırarak sınıfa baktı. Bu “sorunuz var mı?” bakışıydı. Arkalardan genç bir kız elini kaldırdı.
“Buyrun hanımefendi?”
“Hocam, bir şey sormak istiyorum ama doğru ifade edebilir miyim emin olamadım: Bu süreç boyunca nasıl oldu da bu insanlar, böylesine tehlikeli bir durumun farkına varamadılar?”
***
ARA NOT: Bu yazıyı Gezi Parkı eylemleri başlamadan önce kaleme almıştım. Bu yüzden öğrencinin sorusu “nasıl oldu da bu durumun farkına varamadılar?” benim için çok acıklı bir soruydu.
21 Aralık 2012 tarihi dolayısıyla hemen hemen herkesin mutlaka en az bir defa duymuş ve bir defa da telaffuz etmiş olduğu “Mayalar” pek az insanın tarihsel anlamda ilgisini çekmiştir. Bir Orta Amerika topluluğu olan Mayaların daha önceleri gelişmiş bir uygarlık inşa ettiklerini hemen hemen hepimiz biliyoruz, ama Mayalıların nasıl ortadan kaybolduklarından kimse bahsetmiyor (gerçi biz şu yazımızda biraz bahsetmiştik). Mayalar hakkında çeşitli kitaplar okumadan önce ben de onların tıpkı Aztek ve İnkalar gibi sömürgeci İspanyollar tarafından yok edildiğini sanırdım. Oysa Mayalar, Aztekler ve İnkalardan farklı bir toplum oldukları gibi, akıbetleri de hiç benzer değildir. Mayalar aşağıda adını anacağımız diğer bazı uygarlıkların yaptıkları gibi topraklarını ve ormanlarını hesapsızca tükettikleri için yok olan topluluklardan sadece birisi imiş.
Jared Diamond’un Timaş Yayınları’ndan çıkmış olan “Çöküş: Medeniyetler Nasıl Ayakta Kalır Ya da Yıkılır” adlı kitap, bugüne dek çöküşe uğramış olan uygarlıkların bu akıbetlerini sınıflandırarak ele alıyor. Daha önce kaleme aldığımız “İnsanlık Nasıl Ölür” adlı yazımızda yine bu kitaptan faydalanarak Pitcairn, Mangareva ve Henderson adalarındaki toplumların nasıl yok olduğundan bahsetmiştik. Bu yazımızda ise yine aynı kitaptan faydalanarak ortadan kaybolmuş olan uygarlıkların çöküşlerinin arkasındaki doğa katline ilişkin nedenleri ortaya koymaya çalışacağız. Yazımız sonunda da bir takım çevre-insan ilişkisi teorilerinden bahsedeceğiz.
BANA DOĞAYA SAYGINI SÖYLE, SANA NE KADAR YAŞAYACAĞINI SÖYLEYEYİM!
Paskalya Adası
Paskalya Adası. “Dünya’nın üzerinde insan yaşayan en ücra toprak parçası” olarak tanımlanan bu ada en yakın kara olan Şili’ye 3700 km. uzaklıktadır. Üzerindeki taş heykellerle meşhur olan bu ada Pasifik okyanusundaki en büyük orman tahribatının adresidir.
18. yüzyılda Avrupa’lılar bu adayı keşfettiklerinde üzerinde bir kaç bin kişilik insan topluluğu yaşıyordu. Bilinen diğer pasifik adalarıyla karşılaştırıldığında bu adanın nüfusunun çok daha fazla olması gerekirdi; ancak öyle değildi. Zira ada üzerinde bulunan heykeller, oymalar, taş platformlar ve daha pek çok kalıntılar bu birkaç bin insanın geçmişteki birkaç yüz atası ile yapılamazdı. Adanın günümüzdeki bitki örtüsüne bakılırsa en uzun ağaç iki metre idi ki bu da Paskalya’nın şatafatlı kalıntılarını açıklayamıyordu. O halde ne olmuş ve nasıl olmuştu?
Tarih öncesi Polinezya yayılması olarak adlandırılan dönemde insanların kanolarla pek çok ada keşfettikleri düşünülüyor. Bu ücra köşe de korkusuzca denize açılanların adayı bir zamanlar Pasifik’teki en büyük su kuşu kolonisine sahip olması sayesinde keşfettiklerine inanılıyor: Zira bu kuşlar 160 km’lik bir çap içerisinde avlanırlar. Bu da o dönemde ada keşfetmekte uzmanlaşmış olan ve o sırada bu bölgeden geçen Polinezyalıları adaya getirmiş olmalı. Çeşitli arkeolojik bulgular üzerinde gerçekleştirilen radyokarbon tarihlemelerinden çıkan sonuç Paskalya adasının –biraz şüpheli de olsa- MS 300 ile 400 yılları arasında keşfedildiğine işaret ediyor.
Bulgulara göre Paskalya Adası ilk başta muazzam bir ormana sahipti. Bu orman en az 25 deniz kuşu türüne ev sahipliği yapmaktaydı ve deniz kuşları, kara kuşları ve yunuslar ilk yerleşimcilerin ana gıdaları idi. Ancak gerek alan açmak, inşaat yapmak, kano yapmak için yapılan orman tahribatları, gerek Paskalya adası sakinlerinin ölü yakma gelenekleri sebebiyle sürekli olarak bu amaçla odun tüketmeleri, gerekse de zamanla adada sayıları artan farelerin ağaçlara kemirerek zarar vermeleri bir süre sonra ormanların ortadan kalkmasına sebebiyet verdi.
Ormanların tahribatı ile birlikte özellikle kara ve deniz kuşlarının ortadan kaybolmasına sebep oldu. Bu besin kaynaklarını kaybeden halkın bir süre sonra da kano yapamadıkları için denize açılamamak gibi bir dertleri oldu. Böylece adalılar vahşi doğal ortamlardan elde edilen yiyeceklerin büyük çoğunluğunu kaybettiler. 1500’lere gelindiğinde adalıların sadece olta ile sığ kıyılarda tutabildikleri yetersiz miktardaki türleri tüketiyorlardı. Palmiyeleri kemiren fareler yavaş yavaş mutfakları süslemeye başlarken, bir yandan palmiyelerin de tüketilmeye başlaması erozyonu tetikledi. 1400 yılı dolaylarında yokuşlarda kalan tarlalarını terkeden halk 200 yıl içerisinde 15000 kişilik bir nüfustan yaklaşık 2000-3000 kişilik bir nüfusa düştüler. Bu “ormansızlık” şartları kalan halkın adetlerini de değiştirdi: Bir süre için ölülerini şeker kamışı ya da tarım artıklarıyla yakan halk en sonunda cenazelerin yakılmasından vazgeçip gömme ya da mumyalamaya yoluna gitti, ve daha sonra olabilecek en kötü şey baş gösterdi: YAMYAMLIK! (O tarihlerde bir Paskalyalının diğerine edebileceği en ağır küfür şuymuş: “Annenin eti dişlerimin arasında kaldı”).
1722 yılında Roggeveen tarafından keşfedilen adayı 1774’te Kaptan Cook ziyaret ettiğinde ada sadece birkaç bin nüfusa sahipmiş. Ada halkı Avrupa kapitalizmi ile karşılaştığı için elbette daha kötü bir sona sürüklenmeye başlamıştı, zira Kaptan Cook’tan sonra adaya ziyaretler devam etti. 1805 yılında ada halkından “köle devşirme” modası başladı. 1836 yılında Avrupalıların bulaştırdığı çiçek hastalığı nüfusu epey kırdı.1862-1863 yıllarında iki düzine Peru gemisi 1500 kişiyi kaçırıp Peru’nun Guano madenlerinde esaret altında çalıştırmaya başladı. Pek çoğu burada öldüler. Kalanları bir takım siyasi baskılarla iade edildiler, ancak bu defa da ikinci çiçek salgını adayı kırdı. 1872 yılına gelindiğinde ada nüfusu sadece 111’di.
Pitcairn, Henderson ve Mangareva Adaları
Birleşik Krallık’a ait Pitcairn, Henderson adaları ve bunların epeyce bir batısında yer alan Fransız Polinezya’sına ait Mangareva Adası, Güneydoğu Polinezya olarak adlandırılan bölgede yaşamaya ve sürekli ikamete elverişli tek yerlerdir. Bu adaların Dünya’da yaşam olduğu bilinen diğer yerlere ve anakaraya olan uzaklıkları insanın aklını başından alabilir. Zira Pitcairn adasının en azından dağları, ovaları olan büyük bir adaya, Tahiti’ye uzaklığı 2300 km’den fazla iken en yakın anakaraya uzaklığı 5000 km’den fazladır. Bu adalar hakkında daha fazla bilgiye İnsanlık Nasıl Ölür” adlı yazımızdan ulaşabilirsiniz.
Bu üç adanın her birisi farklı stratejik kaynaklara sahipti ve her birisinin varlığı aralarında süregiden ticarete dayanmaktaydı. Radyokarbon tarihlemelerine göre Güneydoğu Polinezya’daki ticaret ağı MS 1000 yıllarından MS 1450 yıllarına kadar devam etti, ancak MS 1500’de tüm Güneydoğu Polinezya’da aniden sona erdi. Bu ticaretin sona ermesi bu adalardan birindeki çöküşün tıpkı ticari mallar gibi adalar arasındaki ihracından kaynaklanmaktadır. Zira Güneydoğu Polinezya’da hayatın durması temelde Mangareva’da işlerin bozulmasından kaynaklanmıştır.
Burada her bir adadaki medeniyetin çöküşünü kısaca ayrı ayrı ele almak gerekiyor: Mangareva’daki çöküşün başlıca sebeplerinden birisinin orman tahribatı olduğu düşünülüyor. Yüksek rakım, azalan yağmur, tarım alanı açabilmek ya da kano yapabilmek için ağaçların sürekli olarak kesilmesi ve yerlerine yeni ormanlar yeşermesi için yeteri kadar beklememek… Bu sebepler bir adadaki dengeyi bozmak için yetiyor. Zira ağaçların tükenmesi tıpkı Paskalya örneğinde olduğu gibi sadece “ağaçların tükenmesi” anlamına gelmiyor: Mangareva da ağaçlar tükendikçe yağmur daha yüksek rakımlara çıktı, ormanlar ağaçsız büyük ovalara döndü, ağaçların azalması sebebiyle kuşların sayısı giderek azaldı ve hatta bazısının soyu tükendi. Bir taraftan kuşların sayısı azalırken diğer taraftan kano yapacak ağacın kalmaması balıkçılığa da balta vurdu. Ayrıca kanonun yokluğu ticarete de ket vuruyordu. Avrupalılar 1797’de bu adayı keşfettiğinde insanların artık kanoları yoktu ve sallarla idare etmeye çalışıyorlardı. Sallar kanolar kadar etkin ve verimli değillerdi.
Ağaçların yok oluşu ile ortaya çıkan zincirleme problemler devamında sosyal problemleri de getirdi: Ağaçların ve besin kaynaklarının azalması (spesifik olarak: adadaki protein kaynaklarının tükenmesi) sonucunda yamyamlık ortaya çıktı. Bir sürearazi için birbiriyle savaşan rakipler savaş sonunda düşmanlarını mideye indirmeye başlamıştı. Kıtlık bir süre sonra o kadar ilerledi ki sadece savaşan ve savaşta ölen yeni taze ölüler değil, mezarlardaki cesetler de çıkarılıp yenmeye başladı. Besin azlığı siyasi sistemi de değiştirdi ve birkaç yüz yıl çalışan, nesilden nesile aktarılan kabile reisliğini yerine savaşçı liderliğine dayalı bir despotizme bıraktı. Mangarevalılar değişen sosyal ve siyasi şartlar altında ticareti bıraktılar, çünkü savaş sürerken zaten çok az kalan verimli topraklar bırakılarak uzun yolculuklara çıkılması mümkün değildi. Ayrıca savaş az sayıda kereste ile kano inşa etmekten ve bu kanoyla denize açılmaktan daha çok ilgi ve enerji gerektiriyordu.
Mangareva’da işler bozulunca öncelikle Henderson sakinleri büyük sıkıntıya düştü. Bir kireçtaşı kayalığından oluşan bu adada ithal mallar olmadan hiçbir şey yapılamazdı. Zavallı Hendersonlular, komşuda işlerin bozulmasından sonra keser yapabilmek için taş yerine dev deniz tarakları, delik açmak için kuş kemikleri, fırın taşı için kireç taşı, mercan ya da dev istiridyeler kullanmaya çalışmışlar. Bu malzemeler oldukça kullanışsız ve kırılgan olduğundan da verim alamadan, sık sık değiştirmek zorunda kalmışlar. Henderson’un bir düzinelik nüfusunun ticaret bittikten sonra bu şartlarda ancak bir yüz yıl daha dayanabildiği düşünülüyor çünkü her yerde olduğu gibi Henderson’da iç tahribat ilerlemiş: Dokuz kara kuşundan beşinin ve altı deniz kuşunun soyu tükenmiş ve besin kaynakları azalmış. Henderson’un Avrupalılarca keşfedildiği 1606 yılında adada artık kimse yaşamıyormuş.
Yine de kendi kendine yetebilecek olan Pitcairn’e gelirsek… Küçük bir toprakta Henderson’a görece daha yoğun nüfus barındıran Pitcairn aslında kendi kendine yetebilirdi. Fakat Pitcairn’de de toprak erozyonu ve orman tahribatı halkın sonunu getirdi. Bu tahribat yüzünden Pitcairn sakinlerinin zaten bozulmuş olan ticaret durumunu dengelemesi mümkün olmadı.
Anasaziler
İsimleri diğer Yeni Dünya toplulukları Mayalar, Aztekler ve İnkalar kadar popüler olmayan, 1880’lerde ilk çelik gökdelenler yapılana kadar “en yüksek yapıların mimarı” ünvanının sahibi olan Anasaziler bugün ABD’nin Güney Batısı’ndaki Kolorado eyaletine ait topraklarda yaşamışlardır. Chaco Kanyonu’nu mesken edinen Anasaziler, MS 600 yıllarında ortaya çıkmış, 1150-1200 yılları arasındaki elli yıllık bir süreçte ortadan kaybolmuşlardır. Chaco Anasazilerinin yaşadığı topraklarda bugün Chaco Kanyon Milli Parkı bulunur ve bu alan bugün üzerinde hiçbir ağaca rastlanmayan, sadece tuza dayanıklı çalıların yer aldığı, ıssız bir bölgedir. Bu kadar çorak topraklarda bir zamanlar çok büyük şehirler kurulduğunu hayal etmek güçtür. MS 600 yıllarında bölgeye gelen Anasaziler, diğer Güneybatı Amerikan yerlileri gibi önceleri yer altındaki odalarda yaşayacaklar, MS 700 yıllarında taş yapılar yapmak üzere özgün teknikler geliştirecekler, MS 920’de iki katlı binalar yaparken daha sonraki iki yüzyılda altı katlı, içinde 600 oda bulunan, tavanları yaklaşık 5 metre uzunluğunda ve 318 kilogram ağırlığındaki kerestelerle inşa edilen dev yapılar inşa etmeye başlayacaklardır.
İlk etapta yakındaki ardıç ormanlarını inşaat ve yakacak temini için kullanmaya başlayan Anasazilerin su kanallarını inşa edip suyu kendileri yönetmeye başlayınca sonu başlattıkları düşünülüyor. Bölgedeki kemirgen gübrelerinden yapılan analizler (kemirgenlerin fosilleşmiş gübreleri kemirgenin çevrede yediği her şey hakkında muazzam bilgiler içerir ve pek çok teknikle bölge hakkında bilgi elde edilebilir) MS 1000 civarında artan nüfusun orman katliamına neden olduğu ve MS 1000 yılından itibaren bölgedeki çam ve ardıç ormanlarından eser kalmadığı ortaya çıkardı. Sebebi Paskalya ve Pitcairn-Henderson adalarınınkine benzer: Kuru iklimde ağaçların tekrardan büyüme hızının ağaçların kesilme hızının çok gerisinde kalması.
Yakın çevredeki ormanların yok olması Anasazileri 80 km. ötedeki Pandorasa çamı, ladin ve köknar ormanlarına yöneltti. Devasa binaları için gereken 318 kg. ağırlığındaki 200 bin keresteyi insan gücü ile taşımak oldukça zor olmalı ama görkemli binaları için oluşturdukları tedarik zincirleri sayesinde bunu yaptılar. Bir süre sonra bu kaynakları da tüketen Chacolular ağaç ithal etmeye başladılar. Bu durum sosyal sisteme de yansıdı: 5 bin kişilik olduğu tahmin edilen Chaco toplumu, iyi beslenen ve lüks içinde yaşayan elit bir sınıf ile tarımla uğraşan köylü sınıfı olmak üzere iki sınıflı hale geldiler. Ancak garip bir avantajları vardı: Bu sıralarda muhtemelen görkemli binaların dini bir anlamı olduğu için, diğer bölgelerden Chaco’ya yardım yağıyordu. Fakat bu da uzun sürmedi. Her ne olduysa 1100’lü yıllarda çatışmalar ve yamyamlık baş göstermeye başlamış. Ağaç halkalarından yapılan analizler MS 1130’da bir kuraklığın baş gösterdiğini ortaya koyuyor. Chaco’lu rahiplerin yağmur vaatlerinin tutmamasının onlara olan inancı zedelediği ve yardımların kesilmesinde rahiplerin “yağmur yağdıramamasının” etkisi olduğu düşünülüyor. 1200 yılına gelindiğinde bu bölgede tek bir insan bile kalmamıştır. Zaten Anasazi kelime olarak “eski halk” anlamına gelmektedir ve bu isim yok oluşlarından 600 sene sonra bölgeye gelen, içi boş bina kalıntılarını bulan Navajo çobanları tarafından verilmiştir.
Mayalar
Maya medeniyeti, Orta Amerika’da (Mezoamerika) Meksika’nın güneyinden Honduras’ın batısına kadar uzanan küçük bir kısımda kuruldu. Yeni Dünya’nın anlaşılabilir yazılı metinlere sahip olan tek kültürüydüler.
Mayalılar gerçekten de pek çok alanda harikalar yaratmışlardı. Mezoamerikan toplulukları metal araç gereçlerden, saban ve diğer makinalardan, tekerlekten, yelkenli gemilerden ve Avrasya’da olduğu gibi büyük yükleri taşıyacak ya da sabanı sürecek büyükbaş hayvanlardan yoksun olduğundan Maya’ların bugün keşfedilen o tapınakları taş ve ahşap araç gereçlerle inşa etmiş olmaları, matematik ve gökbilim alanında ilerlemeleri gerçekten de takdire şayandır. Ayrıca Maya medeniyeti oldukça kalabalık bir nüfusa sahipti. Merkez Peten’i bir referans olarak kullanacak olursak; klasik çöküşlerinden önce sadece Peten merkezinin nüfusunun 3-14 milyon arasında bir rakama ulaştığı tahmin ediliyor. Bu nüfusu besleyebilmek kolay bir iş değildi. Parlak zamanlarında düşünmeden çoğalan bu medeniyet bir süre sonra tüm nüfusu yerleştirebilmek ve besleyebilmek için ormanlık alanları tahrip ederek büyümüşler, ormanlar yerine çiftlikler kurmuşlardı. Bu çiftliklerde toprağın canını çıkarana dek tarım yapılması bir süre sonra toprağı son derece verimsiz hale getirecekti. Ayrıca ormanların yok edilmesinin başka etkileri de vardı: İklim değişikliği, erozyon ve kuraklık.
Tüm bu sorunların yanısıra, krallar bu problemleri bertaraf edecek politikalar geliştirmek yerine vergi oranlarını arttıracak, birbirleriyle anıt diktirme yarışına girecekti. Velhasıl İspanyollar bu bölgeye ilk ulaştığında bir zamanlar milyonlar mertebesine ulaşan nüfustan geriye açlıktan ölmek üzere olan 30 bin kadar kişi kalacaktı. İşgalden sonra ortaya çıkan hastalık ve işgal etkilerinden ötürü bu rakam üç bine kadar düşecekti.
Viking Dramı: İzlanda ve Grönland İskandinavları
MS 8 Haziran 793’te İngiliz kıyısı açıklarındaki Lindisfarne Adası manastırına yapılan saldırı ile başlama vuruşu yapılan Viking akınları Vikinglerin sonbaharda eve dönmek yerine kışları buldukları yere koloni kurarak ikamet etmeleriyle çok farklı bir hal aldı ve kısa süre sonra Faroe Adaları (MS 800), İzlanda (MS 870), Grönland (MS 980), Newfoundland (MS 1000) ve hatta Colomb’un keşfinden çok önce Kuzey Amerika’nın kuzeydoğu kıyı kesimlerini içine alan (Vinland) bir bölgede Viking istilasına dönüştü. Amerikan yerlilerinin kendilerini püskürtmesiyle Vinland istilası kısa sürede sona erdi ama Vikingler İzlanda ve Grönland’da kalıcı oldular.
Vikingler İzlanda’ya geldiklerinde İzlanda’nın dörtte biri orman kaplıydı. Ormanların %80’i ilk birkaç on yılda, %96’sı ise modern zamanlarda otlak alanlar açmak, yakacak odun elde etmek, kereste ve mangal kömürü temin etmek amacıyla yok edildi. Bugün İzlanda’nın sadece %1’i ormanlıktır, çünkü yüzeyi volkanik aktivitelerden oluşan toprakla örtülü olan İzlanda da ağaçların yok olması ile birlikte toprak da rüzgarla birlikte kolaylıkla sürüklenmiş, geriye taştan başka bir şey kalmamıştır. İzlanda iskandinavları bol miktarda bulunan balık sayesinde yok olmaktan kurtulmuşlardır. Bugün de İzlanda’nın ekonomisi ihraç ettikleri balık sayesinde varlık göstermektedir ve söylenene göre İzlanda’ya giderseniz en ufak bir ağaç kümesinin bile hayvanların zarar vermemesi için çitle çevrildiğini görürsünüz.
Grönland’a gelince… Anakara Norveç’ten çok daha uzak olan Grönland’a MS 980’de gelen vikingler burada çeşitli çiftlikler kurmuşlardır. Dört bin kadar nüfusa ulaşan Gröndland İskandinavları arkeologların ve antropologların da sebebini merak ettiği bir tabu geliştirmiş ve neredeyse hiç balık yememiştir! Bu yüzden tamamen av hayvanlarına ve yetiştirdikleri küçükbaş hayvanlara bağımlı olan Gröndlandlı İskandinavlar bir de Eskimolarla dostane ilişkiler kurmak ve onların yöntemlerini öğrenmek yerine onları daha ilk gördüklerinde öldürmüşlerdir. İgloo’larda yaşayan, her tür fok ve balinayı avlayabilen, keresteye ihtiyaç duymayan Eskimoların aksine, evlerini ahşap ve samanlarla inşa eden, koyun yetiştiren, balık yemeyen İskandinavlar önce ormanları tahrip etmiş, soğuk iklim dolayısıyla kendini zor yenileyen bitki örtüsünü koyunlarına kurban etmiş, çıplak hale gelen toprağı sert rüzgarlarla kaybetmiştir. Önce ev ve gemi yapacak keresteden yoksun kalan Grönlandlılar, donan deniz nedeniyle Norveç ile de bağlantısını yitirince 1300’lerde bir kişinin dahi canlı kalamayacağı biçimde yok olmuştur.
SONUÇ
İngiliz düşünür Thomas Robert Malthus, 18. Yüzyılda ortaya attığı nüfus kuramı ile meşhurdur. Malthus’a göre insanlar bolluk zamanlarında bol bol ürerler, ancak besindeki –ya da her tür kaynağın- artış hızı nüfus hızının gerisinde kalır, bu da bir süre sonra kıtlığı ortaya çıkartır.
Yukarıda bahsettiğimiz pek çok medeniyet zenginlik zamanlarında çok hızlı üremişler, hızla artan nüfusun ihtiyaçlarını karşılayabilmek için de çevrelerini tüketmişlerdir. Bu tüketim, çevrenin kendini yenileme hızının da önüne geçince çöküşleri kaçınılmaz olmuştur. Tarih, Malthus’un teorisine kabaca uymaktadır, bu yüzden Malthus’un kuramı kendisine oldukça fazla sayıda taraftar bulur. Günümüzde Yeni Malthusçuluk olarak adlandırılan çevreci akımlar, nüfus artışının durdurulmasını ya da keskin sınırlarla sınırlandırılmasını savunurlar.
Günümüzde ülkemizin nüfusu da hızla artmaktadır. Ekonomideki tartışmalı canlılık, siyasetçilerin kaç çocuk sahibi olmamız gerektiğine yönelik telkinleri ve hızla artan nüfusun taleplerini karşılamak üzere inşa edilecek olan İstanbul’a üçüncü köprü, İstanbul’a üçüncü havalimanı, Karadeniz kıyılarına kurulması planlanan onlarca enerji santrali bize Malthus’un işaret ettiği ve Malthus işaret etmeden çok önce yaşanmış olan ve onu tasdik eden acı sonları hatırlatmaktadır. Amerikalı Uçak Mühendisi ve Felsefeci Peter Senge’in deyimiyle, “dünün çözümleri, bugünün sorunları”dır. Dolayısıyla bugün günü kurtaran tüm çözümler de yarının sorunları olmaya adaydır.
Malthus’u haklı çıkarmamak ve 24. Yüzyılda “çökmüş medeniyetler” arasında yer almamak için bilinçli olmak zorundayız.
Yeşil bir gelecek ümidiyle…
İlk Yayın:
Bu yazı Açık Bilim dergisinin Temmuz 2013 tarihli 21. sayısında yayınlanmıştır.
Bir yanıt yazın