Sayılar oldukça gizemliler; çünkü esnekler. Kelimeleri ve harfleri toplayamayız, çarpamayız ya da bölemeyiz; ancak sayılar bu işlemlere tabi tutulabilirler. Böylece size sınırsız bir yol da açmış olurlar.
[box type=”info”]Bu makale Açık Bilim dergisinin Aralık sayısında yayınlanmıştır. Paylaşım kuralları gereği kendi sitemde bu tarihte yayınlamaktayım.[/box]
Sayılar bir ölçü olarak sınırlı bir büyüklüğü ifade etmekle beraber, sonsuzluğun da en temel ifadesidir. Örneğin bir sayı doğrusu üzerinde ya da sadece iki sayı arasında sonsuz sayıda reel sayı vardır. Bu kadar çok alternatif ve ihtimal sayıları ilginç kılıyor.
Matematiğin sihrinin insanları cezbedişi çok eski bir konu. M.Ö. 5. yüzyılda yaşayan İyonyalı filozof Pisagor, sayıların doğanın tek gerçeği olduğuna ve her şeyin sayılarla ifade edilebileceğine inandı. Bu inancın kendisinde demircilerin çalışırken örslerine vurduklarında çıkan sesin ritiminden yola çıkıp, daha sonra da telin uzunluğu ile sesin arasındaki matematiksel ilişkiyi çözmesinden sonra ortaya çıktığı söylenir. Kendisinin bulduğu meşhur pisagor üçgenlerinin (3-4-5 üçgeni ya da 5-12-13 üçgeni) onu sayılar konusunda nasıl büyülediğini tahmin etmek zor değil. Geometriye ve astronomiye katkılarıyla oldukça nam yapan etkili filozof Pisagor’un “Pisagorcu” öğrencileri onun öğretisini devam ettirdiler ve Sokrates’e kadar da Pisagorculuk Antik Yunan’daki hakimiyetini hiç yitirmedi.
Doğa’nın kendi kuralları içerisindeki matematiksel düzenin bir cazibe unsuru olduğunu inkar edemeyiz. Altın oran bunlardan birisidir. Fibbionacci serisi de yine bu ilgi çekici ortaklıklardan bir tanesidir. Albert Einstein’in doğa felsefesine olan ilgisinin Fibionacci serisini öğrenmesi ve bazı çiçeklerin yapraklanma ve dallanmalarının tamamen bu seriye uygun şekilde geliştiğini görmesi ile önüne geçilemeyecek bir hal alması, sayıların cazibesinin doğaya olan merakı kamçılayıcı bir unsur olduğunu gözler önüne sermektedir.
Tüm çemberlerin çevresinin pi sayısı ile hesaplanması, hipotenüs formülü ve benzeri ilk keşiflerin sayılara ne kadar mana yüklediğini bir düşünün… Mesela siz M.Ö. yaşayan bir filozof olsa idiniz ve yer çekimi ivmesinin henüz fiziksel bir fenomen olduğunu bilmeseydiniz, cisimlerin her saniye 9,81 m/s hızlandığı bulmak sizi heyecanlandırmaz mıydı?
Gerek Pisagor’un, gerekse Einstein’in ilgi duyduğu bu oran ve sayılar, doğada mevcut olan bir işleyişin keşfedilmeye çalışan kurallarıdırlar ve bu açıdan manalıdırlar. Doğa belli kurallar silsilesi içinde sürüp giden bir oyun; ancak takvim sistemleri için aynısını söylemek mümkün değil…
1.1.0 tarihinin önemi nedir?
Takvimin ortaya çıkışı özellikle tarım ve hayvancılığın insan hayatında önemli bir yere sahip olmasıyla gerçekleşmiştir. Ekinleri ne zaman ekmesi, sulaması ve biçmesi gerektiğini merak eden çiftçi ile koyunlarının ne zaman çiftleşip, doğurup, öleceğini tahmin etmek isteyen hayvancının takvimin varlığına ne kadar minnet duyduğunu tahmin edebiliriz. Tarihte zaman aya, güneşe, güneşin takım yıldızlarındaki konumuna göre çeşitli şekillerde ölçülüş ve belirlenmiş, daha sonra da sistematik hale gelmiştir.
Bugün yaygın olarak kullanılan miladi takvim yüzyıllar içerisinde gelişimini sürdürmüş ve son şeklini temel olarak 6. yüzyılda almış bir takvim sistemidir. İsa’nın doğumunu temel alarak hesaplanmış ve 1 Ocak 0 yılı yılbaşı kabul edilmiştir. Bugün milattan önce (M.Ö) ve milattan sonra (M.S) kavramları da bu tarihten öncesini ve sonrasını ifade eder.
Takvimler, ayın, güneşin, dünyanın ve yıldızların şaşmaz işleyişini temel alarak oluşturulmuş, tamamen yapay olan ölçme sistemleridir. Bu sebeple takvimlerin kaynaklarında doğadaki matematiksel ortaklık ve bağlantıları aramak manalı olsa da, içerik ve sonuçlarında mana aramak oldukça anlamsızdır. Zira doğada, zamanın başlangıcına yönelik gerçek bir referans yoktur. Bugün herhangi bir olayı başlangıç kabul ederek bir takvim yaratabilir, zaman içerisinde buna yeni aylar, yeni günler de ekleyebilirsiniz. (Miladi takvimin atası olan jülyen roma takviminde İmparator Julius Ceasar ve İmparator Agustus şerefinde iki yeni ay eklenmiştir: Temmuz ve Ağustos).
Miladi takvim de Jülyen takvimin mirası temel alınarak, İsa’nın doğumuna atfedilen bir kutsiyet ile bu tarihte başlatılmıştır. Bu açıdan inançlı kimseler inançlı kimseler bu kutsiyet kaynağına dayanarak sayıların gerçekten özel manaları olabileceğine inanabilirler ancak önemli bir bilgi güncellemesi yapmak gerekiyor: Daha sonra yapılan araştırmalara göre İsa’nın doğum yılı M.Ö 6 ila M.Ö 2. Yani miladi takvimin başlangıcı birkaç yıl sapma ile hesaplanmış. Ayrıca 1 Ocak tarihinin yılbaşı olması, İsa’nın doğumundan tam 153 yıl önceki bir kabule, Romalıların kullandığı Jülyen takvimine dayanıyor.
Basınımızın deyimiyle “11.11.11 Çılgınlığı”!
11.11.11 sayısının çok estetik göründüğünü kabul etmek gerek. Burada 1’in de tekrarlı bir sayı olması ve daha önce tecrübe ettiğimiz 6.6.6 ya da 10.10.10 tarihlerinden, veya tecrübe edeceğimiz 12.12.12 tarihinden daha fazla tekrarlı sayı içeriyor. İnsanların 2222 ya da 5555 ile biten otomobil plakaları gördüğünde dilek tuttuğunu düşünürsek 11.11.11 müthiş bir gün.
Ancak takvim siteminin yapaylığını burada da göz önünde bulundurarak alternatif bir tarih tablosu çizmek istiyorum:
Örneğin bugün 10’luk sayı sistemi kullanmamızın muhtemelen parmak sayımızın on olmasından kaynaklandığı düşünülüyor. Bizler her elde üçer parmaktan altı parmaklı canlılar olabilirdik. Olalım!
Bir yılda 12 ay bulunması, ayın bir döngüsünü 29,5 günde tamamlamasından kaynaklanıyor. Eğer ayın hallerini “aydınlanma” ve “kararma” olarak ikiye ayırsa idik ve bir yılda 24 ay olduğunu düşünse idik… Düşünelim!
Yılları latin harfleri ile ifade ediyor olsa idik (A=0, B=1, C=2 olacak şekilde…) Edelim!
11.11.11 tarihinin alacağı yeni şekil şu olurdu: 15.21.CABA
Bu şekliyle hiç de manalı gelmiyor değil mi?
Biraz düşünülürse bu tip “manalandırma” çabalarının nereden kaynaklandığına dair fikir yürütülebilir.
Naçizane ben, insanoğlunun genel ümitsizliğinin ve “kurtarılmayı” bekleyişinin bir etken olduğunu düşünüyorum. Belki içerisinde bulunduğumuz sistemde bir çoğumuz memnuniyetsiziz, ancak dışarıdan bir etki olmadıkça da sistemin bozuk çarkı olmaya pek de niyetli görünmüyor ve zincirlerimizi kırmıyoruz. Ruhlarla iletişim, fal gibi bir çok metafizik olgu ya da UFO’lar benzeri metafizik olmayan, ancak varlığı kanıtlanamayan fenomenlere olan ilgi gibi bu ilgi de aynı dış etki arayışının bir sonucu gibi duruyor.
Mesela Türkiye’de, 11.11.11 öncesinde NTVMSNBC’nin yaptığı bir haberde geçen metin aynen şöyle:
Bazı sayıbilimciler, metafizikçiler, fizikçiler ve komplo teorisyenleri de bu tarihte insanoğlunun “büyük uyanışı” için bazı işaretlerin geleceğini iddia ediyor. Yeni bir boyuta kapı açılacağına inanan bu grup, “insan bilincinde büyük bir değişiklik” olacağını söylüyor.
(Fizikçileri bu listeye nasıl dahil ettiklerine şaşırdık evet…)
Geçtiğimiz yıl Sabah gazetesindeki bir habere göre ise “Ses terapisti” Belma Yener 10.10.10 tarihi için şöyle söylüyordu:
“İnsanın birçok boyutu var. 10 Ekim 2010’dan itibaren de yeni bir boyutumuzun farkına varacağız. Yakında bizim boyutumuzla etkileşim alanına girecek olan bu yeni enerji, yepyeni boyutları anlamamıza yardımcı olmaya başlayacak. Başka ülkelere nasıl kolayca seyahat edip ulaşabiliyorsak birkaç yıl içinde de, diğer boyutlara bu kadar kolay ulaşabileceğiz. Bugün bütün dünyada meditasyon yapılacak. Türkiye’de de saat 10.00’da isteyen herkes meditasyon yapabilir. Evrene bizim ondan ne istediğimizi söyleyebiliriz.”
Bu ifadeler bahsettiğim arayışın bir örneği olmakla birlikte, “dış etki”nin nasıl bir ümitle beklendiğinin göstergesi. İşin kötüsü ne 10.10.10’da, ne de 11.11.11’de böyle bir kapı açılmadı.
İlk paragraflarda anlatmaya çalıştığımız bir şeyi tekrar etmekte fayda var:
Yapay, tamamen insan ürünü, dayandırılmış olduğu kutsiyetin bile yanlış hesaplanmış olduğu bir takvim sisteminde benzer sayıların yanyana gelmesinde büyük manalar aramak pek akılcı bir davranış değil.
Yapay değil de doğal bir durum bile olsa, sayıların yanyana gelmiş olmasının boyutlar açacak manaya sahip olması gerektiği de başlı başına bir kabul. Zira bir bahçeye yanyana dikilmiş üç ayçiçeğinin tohum sayılarının aynı olması da herhangi bir boyut açmıyor.
Bilim insanları bu tip ümitlere hep karşıymış ve dünyanın ilerleyişinden memnunmuş gibi görünebilirler. 11.11.11’in manalı olduğunu düşünen birisi de muhtemelen beni şu an çok mekanik ve duygusuz bulmaktadır. Belki haklı bile olabilir. Oysa ben sadece rasyonel düşünmeyi tercih ediyorum. İnsanların “büyük uyanışı” için gerçekten uyanmaları gerekir; takvimlerin 11.11.11’i göstermesi değil.
Bu büyük ölçüde bir sorumluluk devridir. Karşı durduğumuz her ne varsa bunlara organize bir tepki oluşturmak yerine 1 rakamlarının organizasyonunu beklemek, insanların kendi inançlarını istismar etmeleri gibi duruyor. Konuyu daima fırsata çevirmek isteyenler de mevcut elbet.
Örneğin e-posta kutuma üyesi olduğum bir çiçek mağazasından “11.11.11 bir daha gelmeyecek!” başlıklı, çiçek almaya özendirici bir e-posta düşmesi başka nasıl açıklanabilir? İnsanların bu tarihte doğum yapmak ya da evlenmek için sıraya girdiklerini duyuyoruz. Ben düğün salonu sahibi olsa idim “arz-talep” eğrilerinin daha yüksek bir fiyatta kesiştiklerini keyifle izleyebilirdim.
Daha önce geldi, yine gelir.
“11.11.11 bir daha gelmeyecek” diye boşuna üzülmeyelim.
Miladi takvime göre ilk 11.11.11 zaten 11 Kasım 11 yılı idi. Her yüzyılda yılın son iki rakamını yazmayı adet edindiğimize göre bir önceki de 11 Kasım 1911’de gerçekleşmişti. Sıradaki da 11 Kasım 2111 yılında olacak. (ve hatta bence daha fazla “bir (1)” olması onu daha estetik kılıyor…)
Ayrıca miladi takvim kullanmak zorunda da değiliz. Kavimler Göçü’nü, Fransız Devrimi’ni ya da İstanbul’un Fethi’ni milat alarak kendi “göçi”, “devrimi”, “fethi” takvimimizi oluşturabiliriz. Böylece tekrarlı sayılarla farklı zamanlarda da karşılaşabiliriz.
Ben şimdilik “Tevfiki” takvimime bakıyorum: Yanyana gelen rakamlar değil belki ama üst üste biriken fatura ve ekstreler oldukça farklı boyutlar açabiliyor.
[box type=”bio”]Tevfik Uyar, “Müthiş Gün(!):11.11.11”
http://www.acikbilim.com/2011/12/fikir-yazilari/muthis-gun-11-11-11.html[/box]
Bir yanıt yazın