Daha önce yazmış olduğumu tamamen unuttuğum çok kısa bir anlatıyı paylaşıyorum sizlerle:
Dallarında bir karıncalanma vardı. Mevsim kış olduğuna göre gerçek karıncalar da olamazdı. Yaprağını dökmediğinden bu yanaydı bu tip sıkıntılar. Aykırı davranmıştı; ne ayıp!
Köklerindeki ağrıya hiçbir solucan çare bulamamıştı. Bilge bir baykuş köklerinin bir mezara değmiş olabileceğinden bahsetmişti. Ölüler sevmezdi alanını işgal edenleri… Baykuş korkutmuştu kendini ama kaçacak yeri de yoktu zaten. Çoktan uzanmış olan köklerini hareket ettiremezdi toprak içinde de. Bir erozyondu ihtiyaç duyduğu, kendini toprağın dibinden söküverecek bir fırtına ya da.
Kovuğunda sakladığı bir fotoğrafın varlığını hissetmeye çalıştı. Geçen yıl koymuştu bir genç, yasak bir aşka aitti kuvvetle muhtemel. Gizli gizli seviştikleri de olmuştu. Sevişmeler kesildi. Fotoğraf buraya kondu. Neyden kaçırılıyorsa artık.
Kuruyan bir yaprağını düşürmeye çalıştı. Olmayınca olmuyor, hareket edilemiyordu. Ağaç olup beklemekti doğası: bunu kıramıyordu.
Oysa bir fırtına esse şimdi… Kendisini yere kadar eğen. Gerinen insanların kemik çıtırtıları gibi çıkarken o sesler, bir kaç dalı yeri öpüverseydi. Bir yangına bile razıydı, kendisi gibi olanların en büyük fobisi olmasına rağmen.
Yandığına kim sevinecekti başka?
Öldüğüne kim üzülecekti gitse?
Bulutları görmeye çalıştı: yağmurun habercileri. Gün boyu durup seyrettiğiniz bir şeyden edindiğin ampirik bilgilerle uzman oluyordun böyle. Bulutların altı kara ise yağmur. Benzerse kuş tüyüne fırtına. Çok hızlı ise hareketleri bir şeyler olacak demekti. Hiç bulut yoksa yaz, hiç güneş yoksa kış idi.
Ama karıncalar… Kış olmasına rağmen geziyor gibiydi dallarında. Bak fotoğrafa doğru uzandı şimdi o rahatsız falanca…
Tüm ağaçların bilgeliğinin verildiği gün ona gösterilen görüntüyü gördü: önce balta, sonra makina. Terliyordu yaprak dökerek. Korktu yine. Kökü bir ölüye değdi belki de.
“Yürüyebildeydik keşke…”
Bir yanıt yazın