Geçtiğimiz iki hafta boyunca bu satırlarda daha müreffeh ve teknolojik olarak daha ilerlemiş bir Türkiye’nin hayal olmadığını, geçtiğimiz hafta tanımladığımız 3K ile (Kararlılık, Kendine Güven ve Kabiliyet) her şeyin mümkün olabileceğini söyledik.
Güncel örneklerin dışında bilhassa tarihin kaydettiği bazı konuları da anlatmak yerli yerinde olacaktır düşüncesiyle, bu hafta da geçmişte yaşanmış önemli bir olaydan bahsedeceğim.
“Kendi uçağımızı yapabilir miyiz? Yoksa yapamaz mıyız?” tartışmasında bir sahne de geçtiğimiz hafta adını Eclipse’in Türk sermayedarlar tarafından kurtarılma planı ile duyduğumuz Sn. Alphan Manas’ın katıldığı, Sn. Ali Kıdık’ın sunmuş olduğu “Sorun Cevaplasın” adlı programda yaşandı. Benim de canlı yayına bağlandığım ancak vakit kısıtı yüzünden içimdekileri tamamıyla döktüğümün söylenemeyeceği programda Manas, üç K’mıza bir de “S” ekledi: Sabır.
Manas’ın dem vurduğu konu Türkiye’de bu gibi uzun bir süreçte sabırlı davranabilecek yatırımcıların ve siyasetçilerin olmadığı idi. Bir bakıma haklı. Hatta ve hatta “Siyasi Kararlılık” olarak açıkladığımız ilk K ile de doğrudan bağlantılı. Yalnız programda da söylediğim gibi, bu sabırsızlığı örnek göstererek “yapamayız” demek de bir 2. K problemidir. Yani “Kendine Güven”.
Kendimize olan güveni biraz daha arttırmak için, az önce de söylediğim gibi, bu hafta tarihten bir iki örnek vereceğim. Aslına bakarsanız doğrudan doğruya iki haftadır işlediğim konuyla ilgili olduğu söylenemez. Zira ben bu konuyu bağımsız olarak bir yazı haline getirmek ve siz değerli okurlarımla paylaşmak niyetinde idim. Ancak şimdiye kısmet oldu.
Nazilerden kaçan Alman bilim adamları
Her ne kadar bazı hususlar bilinçsizlikle eleştirilse de 30’lardaki Atatürk Türkiye’si demokrasi ve insan hakları konusunda bir çok Avrupa Devleti’nin önünde idi. Zira dönem çok partili yönetimler dönemi değildir. Bir çok yerde diktatörlük hakimdir. Tek partili, devrimi devam ettirme sebebiyle zaman zaman –devrimin gereği olarak- bugün eleştirilen uygulamalara sahne olsa da, tarih biliminin gerektirdiği yaklaşım ile yaklaşılarak, dönem kendi koşulları içinde değerlendirildiğinde modern bir ülke ile karşı karşıyayız. Atatürk rejimini diktatörlük rejimine benzetenlere de aslında en iyi örnek, o dönem nazi Almanya’sında hayatlarını sürdüremeyeceğini anlayan bilim adamlarının kaçmak için kendilerine seçtikleri ülkedir.
O dönemde bu değerli bilim adamları ne Fransa’yı, ne İtalya’yı, ne İngiltere’yi ne de ABD’yi tercih etmiştir. Zaman zaman özgüvenini yitirmiş bizlere inanması güç gelebilir, ancak Alman bilim adamlarının seçtiği ülke Türkiye’dir.
Başlığımızda Aynştayn’ın (Albert Einstein) Atatürk’e mektubu dedik, ancak bu mektup aslında bir kopyası da cumurbaşkanlığı makamına gönderilmek üzere bakanlar kurulu başkanlığı’na, yani o dönemki başbakan İsmet İnönü’ye yazılmıştır. İsmet İnönü 9 Ekim tarihinde söz konusu mektubu dönemin Milli Eğitim Bakanlığı’na, Reşit Galip Bey’e sevk etmiştir. Ancak dönemin Milli Eğitim Bakanlığı “Teklif, mevzuat-i kanuniyemizle mutabık değildir” ve “Bunları bugünkü şartlara göre kabule imkân yoktur.” şeklinde iki notla iade etmiştir. Ancak bu tarihte Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal devreye girerek bilim adamlarını Türkiye’ye davet etmiştir. Bu bilim adamları daha sonra Türk Hava Kurumu’nun üreteceği uçakların projelerinde çok büyük faydalarda bulunacaklardır. Yine üniversite reformunda bu bilim adamlarından çok büyük ölçüde faydalanılmıştır. Türk Üniversite’lerinin o dönemde Avrupa standartlarında olması, 40’lara gelindiğinde savaştan kaçan Polonyalı ve Alman bilim adamlarının yine sığınmak için genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tercih etmesi de bundandır.
Cumhurbaşkanlığı arşivinde saklanan 17 Eylül 1933 tarihli mektuba gelince; mektup şöyle:
Ekselansları,
Ben sadık hizmetkarınız Albert Einstein
OSE Dünya Birliği’nin onursal başkanı olarak, Almanya’dan 40 profesörle, doktoralı uzmanın bilimsel ve tıbbi çalışmalarını Türkiye’de sürdürmelerine izin vermeniz için başvuruda bulunmayı ekselanslarından istirham ediyorum. Sözü edilen kişiler, Almanya’da halen yürürlükte olan yasalar nedeniyle mesleklerini icra edememektedirler. Çoğu geniş deneyim, bilgi ve bilimsel yeterlilik sahibi bulunan bu kişiler, yeni bir ülkede yaşadıkları takdirde son derece yararlı olacaklarını kanıtlayabilirler.
Ekselanslarından ülkenizde yerleşmeleri ve çalışmalarına devam etmeleri için izin vermeniz konusunda başvuruda bulunduğumuz deneyim sahibi uzman ve seçkin akademisyen olan bu 40 kişi, birliğimize yapılan çok sayıda başvuru arasından seçilmişlerdir. Bu bilim adamları, hükümetinizin talimatları doğrultusunda kurumlarınızın herhangi birinde bir yıl boyunca hiçbir karşılık beklemeden çalışmayı arzu etmektedirler.
Bu başvuruya destek vermek amacıyla, hükümetinizin talebi kabul etmesi durumunda yalnızca yüksek düzeyde bir insani faaliyette bulunmuş olmakla kalınmayacağı, bunun ülkenize de ayrıca kazanç getireceği umudumu ifade etmek cüretini buluyorum.
Ekselanslarının sadık hizmetkârı olmaktan onur duyan
Prof. Albert EINSTEIN
Bu arada şunu da belirtmek gerek ki, Einstein o sırada onursal başkanı olduğu Yahudi derneğine ait bilim adamlarına Türkiye’de yer bulmuştur, ancak kendisinin, Alman’ların nükleer bomba geliştirmesinden endişe ettiği için, imkanları daha fazla olan ABD’yi tercih ettiği de doğrudur. Zira yıllar sonra Princeton Üniversitesi’nde İstanbul Teknik Üniversitesi’nin emekli hocalarından Prof. Dr. Münir Ülgür ile görüştüğünde Atatürk’ü kast ederek: “Dünyanın en büyük liderine sahipsiniz. 1933’teki üniversite reformunuz sırasında benim de ülkenize davet edilmemi sağlamıştı.” demiştir. Neden ABD’yi tercih ettiği sorusuna da “burada imkan daha fazla idi” diye yanıt vermiştir.
Kıssadan Hisse: İmkân
Bu bilgilerden çıkarılabilecek tek sonuç bugün “beyin göçü” hadisesinin temelinde yatan imkan yaratma sorunudur. Hep söylediğimiz gibi, bilim ve teknolojide ilerleme ancak bu konudaki sağlam ve kararlı bir devlet politikası ile gerçekleşebilir. Akademisyenlere dilenilen imkan sağlandıkça ve tabi ki kazançları da onları bilimden başka bir şey üretmeye yönlendirmek zorunda bırakmayacak kadar, bilginin, emeğin ve bir ülkenin hazinesi olmanın hakkını verecek kadar olduğu müddetçe başarılmayacak hiçbir şey yoktur.
Şu an Harvard’da doktora sonrası çalışmasını yapan bir arkadaşıma neden dönmediğini sorduğumda aldığım yanıt, çalışmalarını sürdürebilmesi için yeterli imkanın sağlanmıyor olması idi. Yine Almanya’da akademisyenlik yapan bir arkadaşım da buradaki maddi imkansızlıklar içinde öğretim üyelerinin bilimle uğraşmak yerine birbirleri ile uğraştıklarını ifade etmiş ve rahat bir çalışma ortamı sağladığı için Almanya’yı tercih ettiğini söylemişti.
Bu sebeple, öncelikle yurtdışındaki değerli bilim adamılarımı yeniden ülkelerine çekmek, bundan 60 sene önce olduğu gibi, tersine bir beyin göçü başlatmak bir devlet politikası olmak zorundadır.
Tevfik Uyar
SSNET Genel Yayın Yönetmeni
Bir yanıt yazın